31 Ocak 2015 Cumartesi

Merkez Bankası’ndan faiz yanıtı

Bu yılın ilk enflasyon raporu Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı tarafından pazartesi günü açıklandı.
Raporun ve Başçı’nın Cumhurbaşkanı’nın para-faiz politikasına yönelik şiddetli eleştirilerine dolaylı da olsa ne yanıt vereceğini merak ediyordum. Rapor dolaylı olarak yanıt veriyor. Başçı da soru-yanıt bölümünde doğrudan yanıt verdi. Rapor özet olarak, “Merak etmeyin enflasyonda esaslı bir düşüş olacak ve bu düşüşe paralel olarak faiz indirimi politikamız devam edecek, büyüme de geçen yıla kıyasla daha yüksek olacak.” diyor. Başçı ise “Ocak ayı yıllık enflasyon yeterince düşük olursa Para Politikası Kurulu’nu (PPK) 4 Şubat’ta toplar faizleri gözden geçiririz.” dedi.
Bu yanıtlar Cumhurbaşkanı’nı ve yakın çevresini tatmin eder mi bilemem. Bunu önümüzdeki günlerde öğreniriz. Büyük olasılıkla ‘negatif reel faiz lobisi’ biraz bekleyecek. Ocak ayı enflasyonu bayağı düşük gelir ve PPK acil olarak toplanıp politika faizini 50 baz puan daha düşürürse, Saray ile Merkez Bankası arasındaki faiz kavgası bir süre rafa kalkar. Enflasyon raporunu izleyerek Merkez Bankası’nın 2015’i nasıl öngördüğüne yakından bakalım. En önemli mesaj bu yıl yıl sonu enflasyon tahmininin ortalama yüzde 5,5 olacağı. Bu güne dek Merkez Bankası’nın yıl başında yaptığı enflasyon tahminlerini tutturduğu görülmedi. Ama bu kez tahminlerin, en az bu yıl için doğru çıkabileceği kanaatindeyim. Yıl başı yazımda yıl sonunda enflasyonun baz etkisi, petrol fiyatları ve normalleşen gıda fiyatları ile yüzde 6 civarına inmesini beklediğimi yazmıştım.
Rapor da aşağı yukarı bunları söylüyor. Ama dahası para politikasında sıkı duruşu bırakmayacağını bir kez daha vurguluyor. Piyasaya para verirken uyguladığı faiz son dönemde politika faizi olsa da gecelik faiz silahını elinde tuttuğunu sık sık hatırlatıyor. Gecelik faiz koridorunun tepesi yüzde 11,25’te duruyor. Başçı önümüzdeki aylarda politika faizini indirirken koridorda daha temkinli olacaklarını söylüyorlar. Yani gerekirse, özellikle dış gelişmelere bağlı olarak, fiilen uygulanan faizi yükseltebilirler.
Bu kez Merkez Bankası enflasyon konusunda daha sağlam duruyor gibi gözükse de bazı riskleri göz ardı etmemek gerekiyor. Baz etkisi sağlam bir argüman. En azından nisana kadar yıllık enflasyon düşmeye devam eder, çünkü geçen yıl çok yüksek olmuştu. Gıda fiyatlarında sorun çıkmaz. Bu yıl kuraklık beklenmiyor. Bizim enflasyonun baş sorumlusu döviz kurunun ise sakin olması bekleniyor. Merkez Bankası bu konuda kendine güveniyor. Bu tabii aynı zamanda siyasal baskıyla faizleri düşürmeyeceği anlamına da geliyor. Geriye petrol fiyatları kalıyor. Bu kalemden büyük bir katkı gelmeyebilir. Geçen yazımda anlatmaya çalıştığım gibi önümüzdeki aylarda petrol fiyatları 60-70 dolar seviyesine çıkabilir.
Geriye faiz kavgasının ana unsuru büyüme kalıyor. Rapor bu yıl büyümenin geçen yıla kıyasla daha yüksek olacağını söylüyor. Merkez Bankası Avrupa’da canlanma, sınırlarımızdaki savaşta da yatışma beklemediği için ihracattan umutlu değil. Ama özel tüketimde ve özel yatırımlarda bir canlanma bekliyor. Buna karşılık öngörülen sıkı bütçeye sadık kalınmasını bekliyor. Bu açıklamalardan Merkez Bankası’nın yüzde 4 civarı bir büyüme beklediğini çıkarabiliriz. Bu da Orta Vadeli Program’a uygun.

Bu noktada iki soru sorabiliriz. 1) Bu büyüme Cumhurbaşkanı’nı tatmin eder mi? 2) Büyüme yüzde 4’ü bulur mu? Birinci soruya yanıtım “hayır” olur. Ama bu büyüme hükümetin resmi programları ile uyumlu olur. İkinci soruya ise 2015 yazımda yanıt vermiştim. Şahsen yüzde 3 civarı bir büyüme bekliyorum. Ancak enflasyondan taviz verilerek iç talep fazlasıyla canlandırılırsa büyüme yükselebilir.

20 Ocak 2015 Salı

The falling price of oil

The fall in oil prices is not new. Since its peak in June (over $100) the price of oil has been decreasing. Prices dropped to $40 recently.

This is the lowest price level since the failure of Lehman Brothers in 2008. I must confess that I delayed writing on the subject, but it is time to discuss this unexpected event that has interesting consequences since the reasons behind the price tumble are more clear now. The main reason, as is the case in all price changes, is the disequilibrium between supply and demand. Supply increased while demand remained sluggish. But why?
The demand side is easier to explain. The European economy is still in trouble and in China economic growth has stalled. This is enough to create weak oil demand in the global market.
On the supply side the reality is more complex. First, OPEC, the trust of oil exporting countries that has a one-third share in the in global oil market, is producing more than planned. Some OPEC members such as Nigeria and Venezuela asked Saudi Arabia to reduce its production, but the biggest exporter and the cheapest producer has decided to maintain its production level. The reasons for this firmness are not very clear, but it does not seem to have something to do with a so-called secret understanding with United States that aims to bring Russia to its knees. On the contrary, some experts think that Saudi Arabia is annoyed by the development of the United States' production through the exploitation of bituminous schists. Indeed, the United States increased its oil production by 15 percent in 2014, stopped importing and started exports.
Russia and Iraq, two important exporters, also pushed up their production. According to French daily Le Monde, Russia reached the peak in December, a level that has been not seen since the 1991 fall of the Soviet Union. Iraq has also broken a record in exports (3 million barrel / day) recently.
Obviously there is more oil in the market than needed. The second issue is the future of oil prices. Will prices be dragged below $50 or will they start to increase? Many experts think that prices will be dragged down this year. I learned recently that Iran set oil prices at $40 when preparing its 2015 budget. I learned also that wells discovered in recent years are ready for production this year and next year. This information indicates that oil prices will continue to remain at a very low level.
However, there are also some aspects that should be taken into consideration concerning the future of oil prices. First, things could start moving on the demand side. A revival in Chinese growth is possible if the American revival persists, and Europe may find a way to grow if measures currently being undertaken end up being efficient. If these two events happen, oil demand will be more robust.
Second, on the supply side, it is likely that production will start to decline. A number of wells discovered in past years have quite high production costs because of their geographical placement: in the depths of the ocean or in Siberia. For short-run oil prices, supply is closely dependent on marginal production cost, excluding investment cost. In a recent paper, Michael Lynch, a petroleum economics analyst, suggests $80 as the marginal cost of oil production. This means that a market price below this price will cause the most costly drills to shut down. Frankly, I do not know what equilibrium price would equalize supply and demand. But it would probably around $70 for the short run, say within a year.

Personally, I do not believe that oil prices will be maintained at very low level. An increase is unavoidable but prices will certainly not exceed $100. But in the long run, say within two to three years, since investment to discover new fields will decline and --hopefully -- an economic revival will occur in the European Union and United States, oil prices might increase up to $100. So, all economic measures considered as a consequence of cheap oil must be decided very carefully.

İşsizlikte geçici soluklanma

Bu hafta açıklanan ekim dönemi işgücü piyasası rakamları aylardır devam eden işsizlik artışının durduğunu gösterdi.
Mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlara baktığımızda işsizlik oranının yüzde 10,6’da, tarım dışı işsizlik oranının da yüzde 12,7’de kaldığını görüyoruz. Bir yıl önce bu oran yüzde 11,1 idi. Bir yıl öncesine kıyasla tarım dışı işgücü 1 milyon 692 bin (yüzde 7,7), istihdam da 1 milyon 128 bin (yüzde 5,8) artmış. Halen 3 milyon işsiz var.
Tarım hariç sanayi, inşaat ve hizmetlerde eylül ayına kıyasla istihdam artışları söz konusu. İnşaatta temmuza kadar istihdam düşüyordu ardından artmaya başladı. Aynı olgu sanayide de ağustostan bu yana söz konusu. İnşaatta durgunluktan, sanayide ise çok düşük büyümeden söz edilirken istihdamın artmaya devam etmesi ilginç. Bu artışlar bir canlanmanın öncü göstergeleri olabilirler mi? İstihdamın ekonomik faaliyeti gecikmeyle takip ettiğini unutmayalım. Bunu Ekim sonrası rakamlardan anlayacağız.
İşgücü ve istihdamdaki olağanüstü artışların ekonomik büyümenin yüzde 3 civarında kaldığı bir ortamda şaşırtıcı olduğunu belirtmeliyim. Özellikle Şubat 2014’ten beri böyle gidiyor. Bu tarihte TÜİK’in istatistik serilerde yaptığı değişikliklerin bir etkisi olabilir ama krizden bu yana işgücü ve istihdam ekonomik büyümenin üzerinde artıyor. Bunun böyle devam etmesi mümkün değil çünkü emek verimliliği sürekli azalıyor. Halen tartıştığımız “orta gelir tuzağı” olgusunun en önemli yapısal nedeni emek verimliliğindeki bu azalma. Bu tuhaf durumun daha uzun süre devam etmeyeceğini düşünüyorum. Ekonomik büyüme yüzde 4-5’lere yükselmedikçe işsizliğin de artmaya devam edeceği kanaatindeyim.
İşsizlik konusunda bazı yapısal sorunları ihmal ediyoruz. Bu sorunlardan bir tanesine bugün kısaca değinmek istiyorum. İşsizlikte cinsiyet farklılığı çok büyük. Bu özellikle eğitimli bireyler için böyle. İlkokul ve altı düzeyinde işsizlik oranında cinsiyet farkı çok sınırlı: Yüzde 7 civarında. Ancak lise düzeyine gelince işsizlik oranı farkı muazzam artarak kadınlarda yüzde 19,1’e çıkarken erkeklerde yüzde 8,9’da kalıyor. Yüksekokul mezunları arasında da benzer büyüklükte bir fark var: Bu eğitim düzeyinde kadın işsizlik oranı yüzde 18,1, erkek oranı yüzde 8,2. Dahası bu fark son iki yılda özellikle yüksekokul düzeyinde arttı. Bu oranlar 2012’de sırasıyla yüzde 14,7 ve 7,2 idi. Özellikle eğitimli kadınlarda işsizlik artışı dikkat çekici.
Yüksekokul düzeyindeki işsizlikte cinsiyet farkı Avrupa ülkelerinde büyük farklılık gösteriyor. Hatta bazı ülkelerde (Birleşik Krallık, Fransa, Bulgaristan) kadın işsizlik oranı erkeklerin oranından biraz daha düşük ama çoğu ülkede kadın işsizlik oranları yüksek. Ancak Yunanistan ve Makedonya hariç hiçbir ülkede oran farkı bizim kadar yüksek değil. Avrupa İstatistik Enstitüsü Türkiye için bu farkı 2013’te 7 yüzde puan olarak veriyor. Bizden hemen sonra gelen İspanya’da fark 3,2 yüzde puana düşüyor ve diğer ülkeler için azalarak devam ediyor.
Bildiğim kadarıyla Türkiye’de bu konuda yapılmış araştırma yok. Dışarıda yapılan araştırmalar bu farklılığı genelde başlıca iki nedene bağlıyorlar. Rezervasyon ücretinin farklılığı ve kadınlara yönelik ayırımcılık. Kadınlar çalışmaya daha uzak olduklarından çalışmlk için kabul edecekleri en düşük ücret (rezervasyon ücreti) nispeten yüksek oluyor. Bir de malumunuz çeşitli ayrıcalıklar nedeniyle kadın emeği daha pahalı olabiliyor, bu da ayırımcılığı getiriyor. Ancak mesele bunlardan mı ibaret emin değilim.

Kadın erkek işsizliği arasında bu kadar büyük farkı mutlaka araştırmak gerekiyor.
(Zaman, Ocak 2015)

15 Ocak 2015 Perşembe

Gelir eşitsizliği neden yüksek?

Son birkaç yıldır akademik çalışmalarımda gelir eşitsizliği ve yoksulluğa dönüş yaptım.
Şu sıralarda makaleler hariç Thamos Picektty’nin satış rekorları kıran “21. Yüzyılda Kapital” kitabını okuyorum. Gelir eşitsizliği konusunda yazacak çizecek çok şey var. Bugün gündemdeki boşluktan yararlanıp Türkiye’de gelir eşitsizliğinin yüksek olmasını önemli ölçüde açıklayan bir unsuru sizlerle paylaşmak istedim.
Yıllar önce TÜSİAD’a yaptığımız gelir eşitsizliği raporu üzerine çalışırken önemli bir eksiklikle karşılaşmıştık. Pek çok ülkede “piyasa gelir dağılımı” ölçümleri mevcut iken bizde ne yazık ki yoktu. Bu eksikliğin nedeni gelir vergisinin önemli ölçüde kaynaktan kesilmesi, ücretli olmayan kesimde fazla yaygın olmaması ve vergi kaçırmanın adeta milli spor olmasından kaynaklanıyordu. Bu önemli bir eksiklikti çünkü bizdeki gelir eşitsizliği yüksekliğinin piyasadan mı kaynaklandığı, yoksa devletin yeterince yeniden gelir dağılımı yapmamasından mı -ya da yapamamasından mı- kaynaklandığı bilinemiyordu.
Geçenlerde IMF’nin Finance and Development dergisinde rastladığım bu konudaki bir grafik dikkatimi çekti. (“Measure to Measure” J.D.Ostry, A.G.Berg) ‘Bir gün kullanırım’ diye bir kenara koydum. Grafikte 25 ülkenin piyasa Ginisi ile nihai gelir dağılımı Ginisi bir arada gösteriliyor. Gini 0 ile 1 arasında değer alıyor. Ne kadar yüksek olursa gelir eşitsizliği de o kadar yüksek oluyor. Piyasa eşitsizliği ise devlet araya girmeden önce, diğer ifadeyle vergi öncesi gelir eşitsizliğini gösteriyor. Grafikte yatay eksende piyasa Ginileri, dikey eksende nihai Giniler yer alıyor. Beklendiği gibi tüm ülkeler diyagonalin alt tarafında kalıyor. Ancak Peru, Brezilya, Kolombiya gibi Latin Amerika ülkeleri diyagonale çok yakın. Bu ülkelerde piyasa eşitsizliği ile nihai eşitsizlik arasında büyük fark yok.
Buna karşılık Rusya dahil Avrupa ülkelerinde bu fark daha büyük. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunun piyasa Ginisi 0,40 ile 0,50 arasında. Örneğin Rusya, İtalya, Almanya’da piyasa Ginisi 0,45’in üzerinde. Nihai Gini ise Rusya’da 0,38 civarındayken, Almanya’da 0,26 civarında. İsveç, Danimarka gibi ülkelerde ise piyasa eşitsizliği biraz daha düşük ama nihai eşitsizlik de çok düşük; 0,22-0,23 kadar. Demek ki kimi ülkede devletin araya girerek yüksek gelirleri törpülemesi, ardından elde ettiği gelirin önemli bir bölümünü düşük gelirlilere aktarması gelir eşitsizliğini düşük tutmada başlıca rolü oynuyor.
Türkiye’ye gelince... Piyasanın oluşturduğu gelir eşitsizliği Ginisini 0,45 ile 0,50 arasında kestirebiliriz. Daha dar bir alan kestirmek gerekirse 0,47-0,48 diyelim. Nihai Gini ise TÜİK hesaplamalarına göre 2006’da 0,428. Sonra düşmeye başlıyor. 2013’te 0,40 oluyor. Eşitsizlikte sınırlı bir azalma var. Ama Avrupa’nın en yüksek Ginileri ile karşılaştırdığımızda aradaki fark büyüyor. Örneğin Büyük Britanya ve İtalya’da Giniler 0,35 civarında. Oysa piyasa eşitsizliklerinin Türkiye ile çok yakın olduğunu söyleyebiliriz.

Bu gözlemler bize Türkiye’de gelir eşitsizliği yüksekliğinin devletin yeniden dağıtımcı rolünü doğru dürüst oynamamasından kaynaklandığını anlatıyor. Doğrusu buna şaşırmıyorum. Türkiye’de gelire dayalı bir vergi sistemi hiçbir zaman olmadı. Bugün bile gelir vergilerinin yaklaşık üçte ikisi dolaylı vergilerden oluşuyor. Gelir vergisi kaçağı son derece yaygın. Bu nedenle gelir vergisi reformunu çok önemsiyorum. Gelir eşitsizliğini ancak böyle makul düzeylere indirebiliriz. Dahası IMF ‘ne kadar eşitlik o kadar büyüme’ demeye başladı. Lütfen not edelim.
(Zaman, Ocak 2015)

13 Ocak 2015 Salı

Daha çok çocuk politikası

Bu hafta Başbakan Davutoğlu nihayet “3. çocuk” politikasını açıkladı. Malum, Recep Tayyip Erdoğan birkaç yıldır kadınlara 3. çocuğu yapmaları için ısrarlı taleplerde bulunuyor. Türkiye’de nüfus artışının azalmakta olduğunu, bu sebeple yaşlanmanın hızlandığını, bu gidişatın milli bir tehdit oluşturduğunu iddia ediyor. Bu söylemin kadınların çocuk sayıları üzerinde bir etkisi olduğunu sanmıyorum.
Halen 2’ye yaklaşan (dengeli nüfus için 2,1 gerekir) doğum oranını yükseltmek ve yüzde 1,3’e gerileyen ve gerilemeye devam eden nüfus artışının azalmasını önlemek için teşvikler gerekiyordu. Yakın vadede hükümetin ne gibi teşvikler düşündüğünü Davutoğlu’nun açıklamasından öğrendik.
    Teşvik paketi, evli kadınların çocuk sayısını artırmalarına yönelik teşviklerden ibaret değil. Daha çok doğum yapan çalışan kadınları istihdamda tutmayı amaçlıyor. Doğum yapan çalışan kadınların önemlice bir bölümünün, çocuklarına bakabilmek için doğum izninden sonra (16 hafta) işlerinden ayrıldıklarını biliyoruz. Eğer kimi kadının işlerini kaybetmemek için ilave çocuk doğurmak istemediğini kabul edersek bu teşviklerin çocuk sayısını artırmaya destek olacağını da kabul edebiliriz.
Aslında teşvik paketinde çocuk sayısının doğrudan artmasını amaçlayan tek bir önlem var. İlk bebek doğduğunda devlet anneye 300 TL verecek. İkinci bebekte rakam 400’e, üçüncü bebek ve sonrakiler için ise 600 TL’ye yükselecek. Bu paranın bir defalık olduğunu vurgulayayım. Çalışan anneyi işte tutmayı amaçlayan düzenlemeler daha etkili. Doğum izni bitiminde anne isterse part-time çalışabilecek. Bu süre ilk çocukta 2 ay, ikincide 4 ay üçüncü çocukta 6 aya çıkıyor. Bu esneklikte kritik unsur annenin yarı zamanlı çalışmasına rağmen ücretinin tamamını kazanacak olması. Ücretin yarısını işveren diğer yarısını da devlet verecek. Anne isterse çocuk okul çağına gelene kadar part-time çalışabilecek ama bu dönemde tam ücret yok.
Çocuklu kadınları çalışmaya teşvik eden bir diğer önlem kreş sayısının artırılması ve kreşlerin vergi indirimi ile teşvik edilmesi. Ayrıca belediyelere kreş açma zorunluluğu getirilecek. Bu önlemler kreş sayısını artırmaya, aynı zamanda da ucuzlatmaya hizmet eder. Bir de “çeyiz hesabı” diye bir politika var. Doğumda aile çocuğu için bir banka hesabı açacak, çocuk 18’ine gelene kadar hesapta para biriktirecek. Çocuk büyüyüp de evlenmek istediğinde devlet biriken paranın yüzde 15’ini çeyiz parası olarak verecek. Bunun çocuk sayısı ile ne ilgisi var anlamadım. Belki yoksul kesimde evliliği kolaylaştırır.
Bu önlemler doğum oranını artırmaya hizmet eder mi? Hiç sanmam. Kentte çocuk yetiştirmenin maliyeti o kadar yükseldi ki yoksul bir anne dahi bir defalık 400 ya da 600 TL için 2. ya da 3. çocuğu doğurmayı düşünmez. Yapacağı varsa yapar ve parayı cebine atar. Doğum yapan anneyi işte tutmaya yönelik önlemler ve nispeten düşük fiyatlı kreş olanağı, ek çocuğu teşvik eder mi? Araştırmak lazım. Önemli boyutta bir patlama oluşturacağını hiç sanmıyorum. Ama kadınların işe katılım oranını olumlu etkileyeceği muhakkak. Bu açıdan faydalı olur. Ancak pratikte kamu kesimi hariç işverenler yarı zamanlı anne çalıştırmaya nasıl “ikna” edilecek şimdilik açık bir sorun.

Düşünülen önlemler yasallaştıktan sonra etkilerini anlayabilmek için birkaç yıl istatistikler takip edilecek. Ancak bu etkilerin yaşlanan nüfus sorununa çare olacağını sanmıyorum. Avrupa ülkeleri bu sorunla yüz yüzeler. Ama bu tür önlemler alındığını duymadım.  Her ay ödenen çocuk parası uygulayanlar var. Bu politikanın gerek çocuk sayısını gerekse yoksulluğu etkilediğine kuşku yok. Benim kanaatim yaşlanan nüfusla mücadele etmenin en iyi yolunun planlanmış kontrollü göç politikası olduğu.
(zaman, 13,01.2015)

9 Ocak 2015 Cuma

Düşen enflasyonun düşündürdükleri

Aralık enflasyonu tam bir sürpriz yaptı. Tüketici Fiyat Endeksi 0,44 puan düştü. Yıllık enflasyon da yüzde 9,2’den 8,2’ye geriledi.
Yıllık fiyat artışları nisandan bu yana yüzde 9’un üzerinde seyrediyordu.  Bu düşüş kısmen giyim fiyatlarındaki yüzde 3,7, kısmen de ulaştırma fiyatlarında yüzde 2 gerilemeden kaynaklandı. Giyim fiyatlarındaki gerileme mevsimsellikten, ulaştırma da petrol fiyatlarındaki düşüşten kaynaklanıyor.  Ama bence önemli gelişme gıda fiyatlarının aralık ayında hiç artış göstermemesi. Kasımda yıllık gıda fiyat artışı yüzde 14’ü bulmuştu ve enflasyonu esasen bu kalem sürüklüyordu.
Enflasyonda beklenmedik şekilde bir puanlık düşüş önemli ama esas önemli olan bu düşüşün beklenenden önce gelmesi. Bu yılın ilk aylarında baz etkisi nedeniyle yıllık enflasyonda gerileme bekleniyordu. Geçen yıl ocak-nisan döneminde tüketici fiyatlarında toplam yüzde 5 artış gerçekleşmişti. Büyük ölçüde Türk Lirası’nın değer kaybından kaynaklanan bu artışın bu yıl tekrarlanması beklenmediğinden yıllık enflasyon oranında düşüş olacağı genel kabul görüyordu.
Şimdi bu baz etkisi aralık ayında gerçekleşen bir puanlık düşüşe eklenecek. Tahminim ilk dört ayda toplam enflasyonun yüzde 3 civarında kalacağı. Bu 2 puanlık düşüş demektir. Nisan sonunda yıllık enflasyon oranı yüzde 6’nın biraz üzerine kadar gerileyebilir. Hatta yüzde 6’nın da altına gelebilir; eğer ilik dört ayın enflasyonu yüzde 3’ten biraz daha düşük olursa. Oysa genel beklenti yüzde 7 civarındaydı. Tahvil piyasasında pazartesi günü gösterge faizin önemli düşüş sergilemesi beklentilerin de gerilediğini gösteriyor.
Bu noktada benim aklıma iki soru takılıyor: 1) Merkez Bankası böyle bir gelişmeye nasıl tepki gösterir? 2) Enflasyon yüzde 6 civarında kalır mı? Merkez Bankası düşen enflasyona paralel olarak politika faizini aşağıya çeker mi? Yönetimin üzerindeki siyasal baskı böyle bir gelişme ile birlikte hiç kuşkusuz yeniden gündeme gelecektir. Zaten bu baskının tamamen ortadan kaybolduğu da söylenemez. Düşen enflasyon ve düşen piyasa faizleri Cumhurbaşkanı’na ve çevresine yüzde 8,25’lik politika faizinin esaslı ölçüde düşürülmesi baskısı yapmak için yeni bir fırsat yaratacaktır. Dahası yaklaşan seçimler de ısrarı artıracaktır.
Düşen enflasyonla birlikte Merkez Bankası yönetimi de faiz indirimini dikkate alabilir. Bir indirime gitse bile bunun çok sınırlı kalacağını (25-50 puan) tahmin ediyorum. Çünkü sonrasını düşünmek zorundalar. Bizim enflasyon ciddi yapısal katılık özelliği taşır hale geldi. Bu nedenle beklentiler bugüne kadar hep Merkez Bankası tahminlerinden daha yüksek oldu. Sonuçta Merkez Bankası inandırıcılığını önemli ölçüde kaybetti. Bu kayıp, yüzde 5 hedefi bir yana, üç ayda bir yayınladığı enflasyon raporlarında yapılan tahminlere kıyasla enflasyonunun sürekli daha yüksek gerçekleşmesinin bir sonucu.
Dolayısıyla nisandan sonra enflasyonun yeniden yükselmeye başlaması kuvvetle muhtemel. Üstelik yerlerde sürünen petrol fiyatlarının bir süre sonra artmaya başlaması da kuvvetle muhtemel. Ayrıca federal rezervin bu yılın ikinci yarısında yavaş yavaş faiz artışlarına başlaması da kuvvetle muhtemel. Bu koşullarda Merkez Bankası’nın politika faizini artırması gerekecektir. Düşürdüğü faizi birkaç ay sonra arttırmak kolay olur mu? Açıkçası bilmiyorum. Bu soruyu Sayın Başçı’nın yanıtlaması gerekiyor.
Aralık enflasyonu tam bir sürpriz yaptı. Tüketici Fiyat Endeksi 0,44 puan düştü. Yıllık enflasyon da yüzde 9,2’den 8,2’ye geriledi.
Yıllık fiyat artışları nisandan bu yana yüzde 9’un üzerinde seyrediyordu.  Bu düşüş kısmen giyim fiyatlarındaki yüzde 3,7, kısmen de ulaştırma fiyatlarında yüzde 2 gerilemeden kaynaklandı. Giyim fiyatlarındaki gerileme mevsimsellikten, ulaştırma da petrol fiyatlarındaki düşüşten kaynaklanıyor.  Ama bence önemli gelişme gıda fiyatlarının aralık ayında hiç artış göstermemesi. Kasımda yıllık gıda fiyat artışı yüzde 14’ü bulmuştu ve enflasyonu esasen bu kalem sürüklüyordu.
Enflasyonda beklenmedik şekilde bir puanlık düşüş önemli ama esas önemli olan bu düşüşün beklenenden önce gelmesi. Bu yılın ilk aylarında baz etkisi nedeniyle yıllık enflasyonda gerileme bekleniyordu. Geçen yıl ocak-nisan döneminde tüketici fiyatlarında toplam yüzde 5 artış gerçekleşmişti. Büyük ölçüde Türk Lirası’nın değer kaybından kaynaklanan bu artışın bu yıl tekrarlanması beklenmediğinden yıllık enflasyon oranında düşüş olacağı genel kabul görüyordu.
Şimdi bu baz etkisi aralık ayında gerçekleşen bir puanlık düşüşe eklenecek. Tahminim ilk dört ayda toplam enflasyonun yüzde 3 civarında kalacağı. Bu 2 puanlık düşüş demektir. Nisan sonunda yıllık enflasyon oranı yüzde 6’nın biraz üzerine kadar gerileyebilir. Hatta yüzde 6’nın da altına gelebilir; eğer ilik dört ayın enflasyonu yüzde 3’ten biraz daha düşük olursa. Oysa genel beklenti yüzde 7 civarındaydı. Tahvil piyasasında pazartesi günü gösterge faizin önemli düşüş sergilemesi beklentilerin de gerilediğini gösteriyor.
Bu noktada benim aklıma iki soru takılıyor: 1) Merkez Bankası böyle bir gelişmeye nasıl tepki gösterir? 2) Enflasyon yüzde 6 civarında kalır mı? Merkez Bankası düşen enflasyona paralel olarak politika faizini aşağıya çeker mi? Yönetimin üzerindeki siyasal baskı böyle bir gelişme ile birlikte hiç kuşkusuz yeniden gündeme gelecektir. Zaten bu baskının tamamen ortadan kaybolduğu da söylenemez. Düşen enflasyon ve düşen piyasa faizleri Cumhurbaşkanı’na ve çevresine yüzde 8,25’lik politika faizinin esaslı ölçüde düşürülmesi baskısı yapmak için yeni bir fırsat yaratacaktır. Dahası yaklaşan seçimler de ısrarı artıracaktır.
Düşen enflasyonla birlikte Merkez Bankası yönetimi de faiz indirimini dikkate alabilir. Bir indirime gitse bile bunun çok sınırlı kalacağını (25-50 puan) tahmin ediyorum. Çünkü sonrasını düşünmek zorundalar. Bizim enflasyon ciddi yapısal katılık özelliği taşır hale geldi. Bu nedenle beklentiler bugüne kadar hep Merkez Bankası tahminlerinden daha yüksek oldu. Sonuçta Merkez Bankası inandırıcılığını önemli ölçüde kaybetti. Bu kayıp, yüzde 5 hedefi bir yana, üç ayda bir yayınladığı enflasyon raporlarında yapılan tahminlere kıyasla enflasyonunun sürekli daha yüksek gerçekleşmesinin bir sonucu.

Dolayısıyla nisandan sonra enflasyonun yeniden yükselmeye başlaması kuvvetle muhtemel. Üstelik yerlerde sürünen petrol fiyatlarının bir süre sonra artmaya başlaması da kuvvetle muhtemel. Ayrıca federal rezervin bu yılın ikinci yarısında yavaş yavaş faiz artışlarına başlaması da kuvvetle muhtemel. Bu koşullarda Merkez Bankası’nın politika faizini artırması gerekecektir. Düşürdüğü faizi birkaç ay sonra arttırmak kolay olur mu? Açıkçası bilmiyorum. Bu soruyu Sayın Başçı’nın yanıtlaması gerekiyor.