28 Ağustos 2014 Perşembe

Konutta balon yok arz fazlası var

Salı günü basının en gözde ekonomi haberi konut satışlarındaki düşüştü.TÜİK’in açıkladığı istatistiklere göre konut satışları geçen yıla kıyasla ilk yarıda yüzde 10, temmuz ayında ise yüzde 20 civarında düşmüş. Bu veri çoktandır kamuoyunda tedavülde olan “konut balonu” söylentisini (aslında söylencesini demek daha doğru olur) yeniden ateşledi. Son iki yıldır yerli yabancı kim benimle ekonominin gidişatı üzerine röportaj yapsa mutlaka “Konut balonu var mı, ne zaman patlayacak?” sorusunu hiç atlamadı.
    Benim yanıtım hep “sanmıyorum” oldu. Ama doğrusu konuyu da etraflı bir şekilde araştırmadığımı itiraf etmeliyim. Balon olmadığı, yurtdışında mortgage (ipotekli kredi) krizinden bildiklerimi Türkiye konut piyasasından edindiğim izlenimlerle harmanlayarak verdiğim bir yanıttı. Geçenlerde kent ekonomisi üzerine uzmanlaşmış, ayrıca biyografisinde 2005’ten bu yana gayrimenkul değerleme sektöründe yönetici olarak çalıştığı belirtilen Dr. Ahmet Büyükduman yeni çıkan kitabını yolladı: “Bir kent efsanesi, Konut Balonu” (Scala Yayıncılık).
        Kitap ilk bölümünde Kent ekonomisinin temel kavramları ile konut piyasasının ekonomik işleyişini teorik olarak inceliyor. Meraklısı için tavsiye ederim. Kitabın konumuzu ilgilendiren kısmı ise İstanbul’da konut piyasasının evrimini inceleyen ikinci bölüm.
    Yazarın en büyük katkısı Hürriyet’in satılık ve kiralık konut ilanlarından 25 yıllık fiyat ve kira verisi üretmiş olması. Bu veriler enflasyon, inşaat maliyeti, faiz gibi diğer verilerle beraber incelendiğinde İstanbul’un konut piyasasının evrim hikayesi belirginleşiyor. Bu hikaye sanırım ekonomik patlama yaşayan büyük küçük diğer kentlerimize de teşmil edilebilir.
    Hikayenin konut piyasası kısmı şöyle özetlenebilir: 1988-2000 döneminde enflasyondan arındırılmış (reel) konut gösterge fiyatı yatay seyrediyor. 2001 krizi ile birlikte bir miktar düşüyor sonra 2008’e kadar hızla artarak iki katına çıkıyor. Bizi pek teğet geçmeyen küresel krizle birlikte biraz geriliyor ardından 2013 yılına kadar yüzde 10’un biraz üzerinde artıyor.
    Balon iddiasına gelince. Varlık balonu kavramı şöyle bir süreci tanımlar: Düşen faizler ve gevşeyen kredi koşulları konut talebini kamçılar. Talep arttıkça fiyatlar artar. Artan fiyatlar kredi çekip konut satın almayı cazip kılar (spekülatif davranış). Bu süreç bir süre gider ve sonunda ortaya büyük bir fiyat balonu çıkar. Balon eninde sonunda patlar ve fiyatlar tepetaklak olur. Alınan krediler geri ödenemez hale gelir. Kriz banka sistemine sıçrar. 2008-2009 yıllarında ABD, İrlanda, İspanya gibi ülkelerde yaşanan budur.
    Oysa bizim kriz ertesi konut fiyat artışı böyle bir gelişmeye işaret etmiyor. Belki önceki dönemde (2003-2007) balondan söz edilebilir. Bu dönemde İstanbul’da konut fiyatı iki katına çıkarken konut arzı da (Yapı Ruhsatı endeksi 7 kat artmıştır). Ancak bu dönemin sonunda balon patlaması olmamıştır çünkü fiyatta düşüş yüzde 14 ile sınırlı kalmıştır. Bunun en önemli nedeni konut fiyatlarındaki artışın, Büyükduman’ın gösterdiği gibi, inşaat maliyetlerinden değil arsa fiyatlarındaki müthiş artıştan (arsa rantı) kaynaklanmış olmasıdır.
    Son döneme gelince. İlk 6 aylar itibariyle 2012-2014 dönemini Türkiye genelinde incelediğimizde karşımıza çıkan manzara şudur: Yıllık konut nominal fiyat artışı yüzde 12 civarındadır (TCMB). Reel artış yüzde 3-4 demektir. Yapı ruhsatı alan özel kesim daire sayısı artışları ise sırasıyla yüzde 13 ve yüzde 35’tir (TÜİK). Bu rakamlara bakınca ben bir balon değil arz fazlası görüyorum.

    Bu şu anlama gelir: Önümüzdeki dönemde inşaat sektöründe bir düzeltme kaçınılmazdır; inşaatlar önemli ölçüde yavaşlar, reel fiyatlar da sınırlı ölçüde geriler. Büyüme için kötü haberdir.

26 Ağustos 2014 Salı

Financing difficulties arise for new airport

Last year the new İstanbul airport project was launched with great pomp by Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan. This mega airport -- expected to have the capacity to serve 150 million passengers a year by 2040 -- is scheduled to replace the overcrowded İstanbul Atatürk Airport by 2019.

İstanbul new airport model
The first stage of the project has a benchmark of serving 90 million passengers a year, almost doubling the capacity of İstanbul Atatürk Airport. The winning consortium of Cengiz-Kolin-Limak-Mapa-Kalyon, a joint venture of Turkish companies close to the Justice and Development Party (AKP), won the tender for a build-operate-transfer (BOT) project, promising to pay a total of 26 billion euros (including VAT) to the Treasury over the course of 25 years. Hence, the rent to be paid by the consortium will be 1.05 billion euros per year.

The investment cost for the first stage has been estimated at 7.5 billion euros, a lot of money for a private consortium.

The winners of the tender, the competition for which was very high, were quite confident about the international financing behind the mega project insofar as they were also quite confident about the profitability of the new airport and the ability to reach the target number of passengers. Nihat Özdemir, CEO of Limak, had stated it would be possible to find a loan of 6 billion euros over 16 years with a grace period of 4 years.

It now appears this objective was too good to be true. The financing difficulties of the mega project first came to the public's attention when the AKP government decided to give Treasury guarantees to bank loans for big infrastructural projects. Business circles imagined, quite naturally, that something might go wrong with the financing for the new airport. Then, recently, we read in the media that the finance package would, in the end, be serviced by a consortium of domestic and public banks, with Ziraat Bankası taking the lead.

In fact, these developments did not surprise me. I said as much in this column over a year ago (“Fate of mega airport depends on growth,” June 28, 2013), expressing my doubts about the profitability of the mega project considered along with the annual amount to be paid by the consortium to the Treasury, the cost of investment and the target number of passengers.

Basically, the profitability of the new airport depends on gross domestic product (GDP) growth over the next 25 years. According to a Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM) analysis, there will be no problem paying back the loans or making the Treasury installments as long as the Turkish economy succeeds at growing at a rate of 5 percent for the next seven years, then at 4 percent until 2030, and, finally, at 2 percent until 2043, which are the indicated potential growth rates -- though comprehensive economic reforms are required in order to make the Turkish economy more competitive and more efficient.

However, this is actually not the case. The current growth rate is below 4 percent. So, BETAM also analyzed the economics of the new airport under a second growth scenario that I consider more realistic. In this second scenario, the growth rates are estimated at 4 percent, 3 percent and 1.5 percent, respectively. Given these GDP growth rates, the forecasted number of passengers hardly reaches 70 million in 2019 and a capacity of 120 million would be fully utilized only in the 2040s. In this growth scenario, the estimated operating profits would fall far short of the loan repayments and the Treasury installments. It is here, I believe, that the source of the financial difficulties lies.

Might potential international creditors have made a similar analysis? They probably have.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Ali Babacan bilmecesi

Aslında bir değil iç içe geçen iki Babacan bilmecesi var. Birinci bilmece malum: Önümüzdeki hafta şekillenmesi beklenen yeni hükümette ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan görevine devam edecek mi? İkincisi ise devam ederse ne yapabileceği.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan
Ülkeyi Çankaya’dan yönetmeye devam edeceği ayan beyan belli olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ekonominin mevcut gidişatından hiç memnun değil. Israrla talep ettiği başkanlık sisteminin kaderi önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin 330 milletvekilini aşmasına bağlı. Bunun için ise AKP’nin yüzde 50 üzerinde oy alması şart. Bu cepte keklik değil. Dahası, ekonomik büyüme zayıflama, işsizlik ise artış emareleri göstermeye başladı. Böyle devam ederse başkanlık sistemi tahayyülü uçup gidecek.
    Dolayısıyla Sayın Erdoğan bir an önce ekonominin canlandırılmasını istiyor. Bunu maliye politikası aracılığıyla yapamaz. Kamu harcamaları reel olarak artıyor, vergi hasılatı ise reel olarak geriliyor. Gevşeme sinyalleri veren mali disiplin bozulmadan bu yolla iç talebi canlandırmaya çalışmak riskli. Buna karşılık Merkez Bankası faizinin mevcut enflasyonun bir hayli altına çekilmesinin kredi faizlerini büyük ölçüde düşüreceğine, bu yolla yatırımların ve tüketimin canlanacağına inanıyor. Üstelik bu canlanmanın bedelsiz olacağına, çünkü negatif reel faizlerin ne döviz kuruna ne de enflasyona etki yapmayacağına inanıyor.
       Gerek Babacan’ın gerekse Merkez Bankası’nın para politikasında böylesine radikal ve son derece riskli bir değişime karşı oldukları malum. Bu nedenle Babacan’ın yeni kabinede yer almayacağını, Babacan’ın çekilmesiyle birlikte Merkez Bankası yönetiminin de fazla dayanamayacağını tahmin ediyorum. Ancak finans piyasasının benim gibi düşünmediği anlaşılıyor. Bıçak sırtında duran makroekonomik dengelerin hesapsız müdahalelerle altüst olma riskinin pek çok AKP’li tarafından görüldüğü söyleniyor. Son tahlilde Babacan’ın ekonominin patronluğunun devam edeceği beklentisi yaygın.
    Diyelim ki böyle oldu. Burada ikinci bilmeceye geliyoruz. Babacan Erdoğan’ı frenleyebilir mi? Diğer ifadeyle, mevcut “dengeli büyüme” stratejisinin gerektirdiği “temkinli” para politikası ile kurda istikrar politikası devam eder mi? Bu sorunun yanıtının önemli ipuçları S. Bilişim Danışmanlık’ın 22 Ağustos tarihli, “AK Parti Piyasa Dostu Olmadığı A. Babacan Siyaseten Etkisiz Eleman Olduğu Halde Yersiz Beklentiler” başlıklı 8 sayfalık Siyasal İstikrar İndeksi ara raporunda mevcut.
    Raporda Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etme mahiyetinde Babacan’ın “Türk maliye-hazinecilik tarihinde nadir şahsiyettendir” denildikten sonra olumlu katkıları zikrediliyor. Örneğin, Hazine’nin borç yönetiminde ve düşen faizlerinde Babacan’ın performansı kuşkusuz son derece başarılıdır... Bankacılık sektörünün sağlam kalmasında pay sahibidir.” deniliyor. Ama ağırlıklı olarak Babacan’ın son yıllarda kamu alanında popülist yönelimleri engelleyemediği iddia ediliyor.
    Raporda “AK Parti; makro ekonomik çerçevenin siyasetle konsolide etkileşimi bakımından aşamalar halinde, objektivite içinde piyasa dostu tutumdan popülizme, yüksek hacimde makul fiyatlamada kamu hizmeti üretiminden tolere edilebilir-kısmî yozlaşma devamen ağır kirliliğe, bunu korumak için güç politikasına evrilmiştir.” teşhisi konulduktan sonra “Babacan mali disiplinin tavsatılmasında, kamu maliyesinin şeffaflık ve denetiminin azalmasında, makro ekonomik çerçevenin verimlilik ve rekabetten uzaklaşmasında tatminkâr hatta yer yer olumlu işlev dahi üretememiş, üretme ihtimali ziyadesiyle azalmıştır.” iddiası örneklerle savunuluyor.

    Kısacası, Babacan yerinde kalsa bile AKP’nin popülizme yönelmesini ne ölçüde engelleyebilir, sorusu ortada duruyor.
(bu yazı 24 Ağustos 2013 tarihli Zaman'da yayınlanmıştır)

21 Ağustos 2014 Perşembe

Stiglitz’e göre cari açık esas sorun

Joseph E. Stiglitz ekonomi camiasının yakından tanıdığı bir isim. Asimetrik bilginin piyasa ekonomisinde büyük sorun oluşturduğunu gösteren çalışmaları ile Nobel ödülüne layık görülmüş.
Dünya Bankası’nın baş iktisatçılığını yapmış olan Amerikalı iktisatçı son yıllarda daha ziyade ana akım iktisat kuramına ve politikalarına (daha popüler bir ifadeyle “neo-liberal politikalara) karşı yürüttüğü mücadele ile gündemde. Bu mücadelenin argümanlarını bir araya getiren “The Price of Inequality” başlıklı kitabı 2012 yılında yayımlanmıştı. Geçen hafta Türkçe çevirisi (“Eşitsizliğin bedeli”) İletişim Yayınları’ndan çıktı.  
    Stiglitz, UNDP’nin konferans davetlisi olarak bu hafta başında İstanbul’daydı. Yayınevinin Stiglitz ile görüşme önerisini memnuniyetle kabul ettim. Bu sayede kitabı okurken not ettiğim soruların yanıtlarını birinci elden alabilecektim. Stiglitz kitabı her ne kadar genel ekonomik analizler içerse de, esas olarak Amerikan ekonomisinin artan eşitsizlikten kaynaklanan sorunlarını irdeliyor.
    Dünyanın bir numaralı gücü olan ABD’deki ürkütücü gelişmeler elbette hepimizi ilgilendirir. Ama Stiglitz ile yaptığımız sohbette Türkiyeli okurları en çok ilgilendirecek konu, bizim ekonomide hangi sorunun, enflasyonun mu yoksa cari açığın mı daha önemli olduğu ya da hangisine öncelik verilmesi gerektiği ile ilgiliydi. Bu tartışmaya elbette damdan düşer gibi gelmedik.
        Profesör Stiglitz, Amerikan Merkez Bankası FED’i Wall Street odaklı olmakla, diğer ifadeyle çalışan kesimlerin çıkarlarını değil finans kesiminin çıkarlarını gözetmekle eleştiriyor. Başta Ben Bernanke olmak üzere FED yöneticilerini “enflasyon saplantılı” olmakla suçluyor; üstelik enflasyon tehdidinin gündemde olmadığı, buna karşılık reel ücretlerin yerinde saydığı, tam istihdamın sağlanamadığı ve eşitsizliğin hızla artmakta olduğu bir dönemde. Stiglitz’in sohbetimiz sırasında yüzde 6’ya gerileyen Amerikan işsizlik oranının düşen emek arzını içermediği ve yaratılan işlerin hatırı sayılır bölümünün yarı zamanlı olması gerekçeleriyle ciddiye almadığını belirttiğini not etmek isterim. Ayrıca şunu da ekleyeyim; Stiglitz, FED’in yeni başkanı JanetYellen’ın eski başkanlar kadar enflasyon saplantılı olmadığı kanaatinde.
    ABD’de böyle olabilir ama enflasyonun yüzde 9’un üzerine çıktığı, zayıf büyüme nedeniyle işsizliğin artış eğilimine girdiği Türkiye ekonomisi hakkında ne düşünüyor? Fazla tereddüt etmeden bu soruya Stiglitz Türkiye’de enflasyondan ziyade cari açığın öncelikli sorun olduğu yanıtı verdi. Stiglitz’e göre enflasyonun yüzde 20’ye bile çıkması büyük bir deprem yaratmaz ama cari açığın artarak sürdürülemez hale gelmesinin yaratacağı “ani duruş” olayı, diğer ifadeyle sermaye girişlerinin bıçakla kesilmesi Türkiye ekonomisini durgunluğa sürükler.
    Cari açığın esas sorun olduğu konusunda Sitglitz ile aynı görüşteyim. Bununla birlikte enflasyon ile cari açık sorunlarının bağımsız olduklarını düşünmüyorum. Merkez Bankası enflasyon hedefini uzun süredir tutturamıyor. Böyle devam ederse hiçbir inandırıcılığı, dolayısıyla para politikasının etkisi kalmayacak. Böyle bir gelişme esnek kur ile enflasyon hedeflemesine dayanan makro ekonomik çerçevenin sonunu getirir. 1990’lara adım adım geri döneriz.

    Elbbete bu çerçeve değiştirilebilir. Esnek kur rejimi yerine yönetilen kur rejimi getirileilir, sermaye hareketlerine kısıtlamalar konulabilir ve enflasyon hedeflemesi terk edilebilir. Ancak bu yeni makroekonomik çerçevenin yüksek dış açık / yüksek tasarruf açığı veren bir ekonomide getireceği götüreceğinden çok daha fazla olacaktır çünkü ayağımızı yorganımıza göre uzattığımızda, yorgan kısa kalacağından ayaklardan feda etmemiz gerekecek.
(Bu yazı 21 Ağustos tarihli Zaman gazetesinde yayınlanmıştır)

20 Ağustos 2014 Çarşamba

The price of inequality

This is the title of Joseph E. Stiglitz's book, recently published in Turkish by local publisher İletişim Yayınları. I met Professor Stiglitz, a well-known American Nobel prize-winning economist, in İstanbul, where he had been invited to a United Nations Development Programme conference. I asked him some of the questions that I had in mind after reading the book.

Prof.essor Joseph E. Stigiltz
The book, published in 2012, discusses the dangers of rising inequality in the US. Stiglitz asserts that American capitalism has for a long time been operating for the benefit of the top “1 percent.” There are multiple reasons: high unemployment causing pressure on wages, wrong Federal Reserve (Fed) policies that are too oriented toward Wall Street interests rather than those of the people, unjustified and shameless bonuses for CEOs, an unfair tax system that favors the wealthy, etc.

According to Stiglitz, equality of opportunity has disappeared, if ever it existed. According to recent research, 90 percent of the income growth realized in the aftermath of the Great Recession has been taken by the top 1 percent. Real wages are decreasing for the majority of workers while the future becomes less secure for them. In Stiglitz's opinion the US has become a class society, in the sense that the educational system and inheritance of wealth lead to existing inequalities being perpetuated. When Stiglitz was writing his book (in 2011) the US unemployment rate was quite high, over 8 percent. Nowadays it is close to 6 percent. What does Stiglitz think about this impressive improvement?

Well, he does not seem to be that impressed. He argues that “recorded unemployment” is one thing, “real unemployment” another. The decline in unemployment would have been the result of two facts: first, a decrease in the labor force, due mainly to the discouragement effect as many individuals ceased looking for jobs. Secondly, part-time jobs were an important factor in the jobs created in the last few years. To justify this, Professor Stiglitz highlights the fact that real wages continue to stagnate. Stiglitz does not believe that the full unemployment is achieved.
He thinks that the Fed's interest rate policy aimed to protect financial interests in the past, since its managers have been chosen from among either Wall Street people or those close to them. These managers focused too much on the hypothetical danger of inflation rather than on economic growth. Professor Stiglitz agrees that the Fed should be independent in its policies and asks for radical changes in the election of its managers as well as for real transparency, in order to make the central bank politically accountable for its decisions. Stiglitz said that the Fed's former chair, Ben Bernanke, has been overly obsessed with inflation, but this is not the case with Janet Yellen, the current chair, who seems more concerned with unemployment rather than the threat of inflation.


However, according to his own words, Stiglitz considers himself rather “optimistic,” unlike Thomas Piketty's “pessimism” that emerges in his bestselling book “Capital in the 21st Century,” where Piketty defends the premise that rising wealth inequality is inherent to capitalism since the era of higher per capita income growth reinforcing the working middle class is now over. Stiglitz admits that American society became a class society, but at the same time he believes that it may be cured, basically through two stages of policy: Fresh resources can be raised by canceling the special provisions on capital tax and making income tax more progressive, and then these resources must be spent in education, research and development and social aid. This will boost the economic productivity and consumption of the 99 percent and will put the US economy on the path to growth in which inequality will start to decrease.
(this article is published in Todays' Zaman, August 19, 2014)

19 Ağustos 2014 Salı

Ekonomi yol ayırımında

Yeni hükümet üzerine tahminler gırla gidiyor.  Kamuoyu daha çok başbakanın kim olacağı ile ilgili. Ekonomi aktörleri ise ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yeni kabinede yer alıp almayacağı ile ilgililer.  Benim tahminim ekonomi yönetiminin değişeceği yönünde. Geçen hafta “ev yapımı kriz tehlikesi” yazımda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinde son aylarda para politikası üzerine kopan fırtına ile ilgili görüşlerimi aktarmıştım.
Babacan ve Merkez Bankası yönetimi mevcut “dengeli büyüme” politikasının devamından yanalar. Türkiye ekonomisinin iki büyük zaafı olduğunu çok iyi biliyorlar: Cari açık ve yüksek enflasyon. Bu iki zaafı hafifletecek politikalar izlemeye çalışıyorlar. Halen yüzde 7 civarında seyreden yüksek cari açık oranını azaltmaya devam edebilmek için net ihracatın büyümeye pozitif katkı yapmaya devam etmesi şart. Önümüzdeki dönemde Irak’taki gelişmeler ve Avrupa ekonomisindeki durgunluk emareleri nedeniyle ihracat artışı fazla umut vermiyor.  Dolayısıyla ithalatın sıkı tutulması gerekiyor. Bunun için de iç talep kontrol altında olmalı. Yüzde 9’u aşan yüksek enflasyonun düşürülmesi için de bu kontrol gerekli. Ayrıca enflasyonla mücadelede döviz kurunun alıp başını gitmesi de engellenmek zorunda.
    Bu koşullarda para politikası son derece kritik öneme sahip. Piyasada gösterge faiz yüzde 9’un üzerinde geziniyor. Merkez Bankası’nın faizi ise yüzde 8,25.  Kredi faizleri de düşüyor. İç talepte “dengeli büyüme” ile uyumun ötesinde bir canlanmanın zaten eli kulağında. Ama bu bile hükümetteki negatif reel faiz lobisini tatmin etmiyor. Köşke çıkmasına rağmen ekonomi politikasına yön vereceğini açıkça belirten ve “bu faiz inmeli” buyuran Sayın Erdoğan, iç talebin bir an önce canlanmasını istiyor.
    Daha önce de belirttiğim gibi haksız değil. Irak pazarının hızla küçülmesi ve Avrupa’daki durgunluk belirtileri nedeniyle büyüme düşüyor. Betam, perşembe günü yayınladığı Ekonomik Görünüm notunda 2. çeyrek için yıllık büyüme tahminini yüzde 3,4’ten yüzde 3,1’e revize etti. Cuma günü açıklanan mayıs dönemi işsizlik rakamları da 2. çeyrekteki durgunlaşmayı doğruluyor. Mevsim etkilerinden arındırılmış verilere göre nisan dönemine kıyasla inşaatta istihdam 45 bin, sanayide ise 9 bin geriledi. Hizmetlerdeki istihdam artışı bu düşüşleri telafi edemeyince artmaya devam eden işgücü işsizlik oranını yüzde 9,2’den 9,5’e yükseltti.
    Bu gidişat en geç dokuz ay sonra yapılacak genel seçimlerde AKP’nin hedefi olan referandum çoğunluğunu (330+ sandalye) elde etmeyi olanaksızlaştırıyor. Bu koşullarda yeni kabinede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın savunduğu para politikasını uygulayacak bir ekonomi yönetiminin işbaşına gelmesi çok mantıklı duruyor. Keza faizlerin daha da düşürülmesi Merkez Bankası yönetiminde de değişiklik gerektiriyor. Ne Babacan’ın ne de Başçı’nın zaten bıçak sırtında duran makroekonomik dengeleri tehlikeye atacak radikal bir değişikliğin sorumluluğunu alacaklarına ihtimal vermiyorum.
    Para politikasının radikal biçimde değişmesi ne zaman ve hangi yoldan gerçekleşecek bilemiyorum. Ama bence bu değişim kaçınılmaz. Zaten fazlasıyla düşük olan faizler daha da düşürülürse neler olacağını “ev yapımı kriz tehlikesi” yazımda aktarmıştım. Eski Merkez Bankası Başkanı ve Abdullah Gül’ün ekonomi danışmanı Durmuş Yılmaz da çok benzer görüşleri Hürriyet’ten Vahap Munyar’a verdiği röportajda dile getirdi.

    Yılmaz, faiz üzerinde baskı kuranların 94 krizini unutmuş olabileceğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “Dengelere hiç aldırmadan faizle istedikleri gibi oynasınlar ki 3 ay sonra ne olacağını görsünler. Çünkü görmeden hiçbir şeye inanmıyorlar.”
(Bu yazı 17 Ağustos 2014 Zaman'da yayınlanmıştır)

15 Ağustos 2014 Cuma

Ekmelettin İhsanoğlu neden kaybetti

Cumhurbaşkanlığı yarışında başından itibaren ortak adayı savundum. CHP ve MHP tarafından Ekmelettin İhsanoğlu’nun adaylığı açıklandıktan sonra da iki koşula bağlı olarak kazanabileceğini yazdım. Bu üç koşul şunlardı:  1) AKP seçmeninden bir miktar oy almak, 2)  CHP ve MHP’nin az fireyle ortak adayı desteklemesi. Her iki koşul da gerçekleşmedi. Sayın Erdoğan yüzde 51,7 oyla seçimi birinci turda kazandı. Kendisini kutluyorum.
İhsanoğlu’nun  AKP seçmeninden, istisnalar dışında, destek görmemesi üzerinde fazla durmak istemiyorum. AKP seçmeninin büyük çoğunluğu liderlerini Çankaya’da görmek istedi ve başkanlık sistemine de karşı olmadığı mesajını verdi. MHP seçmenin sandığa gitmeyerek verdiği fire bir yana, küçümseyecek bir bölümünün Erdoğan’a oy vermesi doğrusu beklemediğim bir sonuçtu. Muhafazakâr kesimden gelen ve İslam’la barışık olan Ekmelettin İhsanoğlu bu özellikleriyle bizzat MHP seçmeninin desteğini almak için seçilmişti. Ama alamadı. Bunun nedenleri ayrıca araştırılmalıdır. Ancak MHP’nin seçim kampanyasında yeterli desteği vermediği de bir gerçektir. Esirgenen bu desteğin taktik nedenleri olup olmadığı da tartışılmaya değer ama bu benim harcım değil.
Bu yazıda dün Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam) tarafından yayınlanan ve imzamı taşıyan araştırmanın bulgularından yola çıkarak Erdoğan’ın birinci turda kazanmasına yol açan oy davranışlarını il düzeyinde 30 Mart yerel seçim sonuçları ile 10 Ağustos sonuçlarını karşılaştırarak özetlemek istiyorum.
Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi birinci turda kazanmasında başlıca etken Batı’daki birkaç il dışında MHP’li seçmenlerin önemli bir bölümünün kendisine oy vermesi olmuştur. Erdoğan’ın 30 Marta AKP ve SP’nin toplam oyuna kıyasla oylarını arttırdığı 51 il söz konusudur. Bu illerde geçerli oy sayısının yaklaşık 1,4 milyon azalmasına rağmen Erdoğan’ın toplam oy artışı yaklaşık 600 bindir.  MHP’nin çoğunlukla güçlü olduğu bu illerdeki toplam oyu ise 30 Martta yaklaşık 4,5 milyondu. Geçerli oy eksikliğini de dikkate alırsak bu illerde MHP seçmeninin önemli bir bölümünün Erdoğan’ı desteklediği anlaşılıyor.

Erdoğan kalan 30 ilde potansiyelinin (AKP +SP oyları) yaklaşık 1,3 milyon altında oy almıştır. Ancak geçerli oy sayısı 3,5 milyon kadar daha azdır.  Bu kaybın ne kadarının katılım düşüklüğünden, ne kadarının diğer adaylara giden oylardan kaynaklandığını kestirmek için en azından ilçe düzeyinde analize ihtiyaç vardır. Bununla birlikte Kürt seçmenlerin ağırlıkta olduğu illerdeki karşılaştırılmalar Erdoğan’ın AKP’nin Kürt seçmenlerinin bir bölümünün oyunu alamadığını göstermektedir. Bu oylar Demirtaş’a gitmiştir.

Ekmelettin İhsanoğlu potansiyelinin (CHP+MHP+BBP) yaklaşık 4,5 milyon altında oy almıştır. Bu yenilgi de başlıca üç etken söz konusudur: MHP’li seçmenlerin bir bölümünün bizzat Erdoğan’ı desteklemesi, CHP’li seçmenlerin bir bölümünün sandığa gitmemesi, bir bölümünün ise Demirtaş’a oy vermesidir. İhsanoğlu’nun hemen hemen hiç fire vermediği iller Edirne ve Çanakkale’dir. Tekirdağ, Kırklareli, İzmir ve Denizli’de fire oldukça sınırlıdır. Bu illerde MHP’li seçmenin çoğunlukla ortak adaya yöneldiği anlaşılmaktadır. Bu bulgu MHP seçmeninin ikili yapısının bir karinesi olarak da kabul edilebilir.

Düşük katılama rağmen Selahattin Demirtaş potansiyelinin (BDP+HDP oyları) yaklaşık 1 milyon üzerinde oy almıştır. Bu bakımdan 10 Ağustos seçiminin en başarılı adayıdır. Bu başarısının ardında iki etken söz konusudur: AKP’li Kürt seçmenlerin bir bölümü ile CHP’li seçmenlerin bir bölümü kendisini desteklemiştir. Türkiye partisi olmak isteyen HDP açısından bu çok değerli bir başlangıçtır. Bu desteğin kalıcı olup olmayacağı ise tartışmalıdır.


11 Ağustos 2014 Pazartesi

Otomobil piyasasında durgunluk devam ediyor

Bugün ilk kez cumhurbaşkanını halk oyuyla seçiyoruz. Bu seçim sadece demokrasimizin geleceği açısından değil, ekonominin geleceği açısından da çok önemli. Oyumuzu mutlaka kullanalım. Sonuçları perşembe günü yorumlayacağım.
Bugün mikro bir konuya, otomobil piyasasındaki durgunluğa değinmek istiyorum. Yılbaşından bu yana iç piyasada otomobil satışları geçen yıla kıyasla düşük seyrediyor. Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD), bu hafta ilk yedi ayın satış rakamlarını yayınladı. Geçen yılın aynı dönemine göre otomobil satışları yüzde 22, hafif ticari araç satışları ise yüzde 30 daha düşük gerçekleşmiş durumda. Oldukça istisnai bir durum söz konusu. Nitekim, dünya otomotiv pazarında bu yıl yüzde 3,4’lük büyüme bekleniyor. Türkiye ekonomisi ise ilk çeyrekte yüzde 4,3 büyüdü.
    ODD, otomotiv piyasasındaki durgunluğu 4 nedenle açıklıyor: 1) Kur ve faizlerdeki yükselişler, 2) Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) artışı, 3) BDDK’nın banka kredilerine getirdiği sınırlamalar, 4) Özel sektör yatırımlarındaki yavaşlama. Bu sonuncu etken oldukça muğlak. İlk üç etken üzerinde biraz duralım.
       Bilindiği gibi Türk Lirası bu yılın başında FED’in banka sistemine boca ettiği parayı giderek sıfırlayacağını açıklamasının ardından benzer ülkelerin para birimleriyle birlikte hızla değer kaybetti. Ardından Merkez Bankası’nın zorunlu faiz artışıyla kayıpların bir kısmını geri aldı ama sonuçta yüzde 10’un üzerinde reel değer kaybı gerçekleşti. Merkez Bankası’nın efektif faizini fiilen 250 baz puan kadar artırması sonucunda kredi faizleri de yükseldi. Aynı zamanda hükümet vergi gelirlerini artırmak ve ithalatı kısmak amacıyla ÖTV’yi artırdı. Bu gelişmelerin sonucunda hem reel otomobil fiyatları hem de finansman maliyeti yükseldi. Dolayısıyla iç talepte daralma olması şaşırtıcı sayılmaz.
    Yerli ve ithal ayırımını dikkate alarak rakamlar incelediğinde talebin fiyat esnekliği ile ilgili ilginç saptamalar yapmak mümkün. Yerli otomobil satışlarında yılın ilk yedi ayında geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 11 azalma var. Buna karşılık ithal otomobil satışları ise yüzde 25 gerilemiş durumda. İthal otomobil fiyatı üzerinde daha etkili olan kur artışının faiz artışlarına ve kredi kısıtlamalarına kıyasla ithal otomobil talebini daha olumsuz etkilediği anlaşılıyor.
    Hafif ticari araç talebinde bu ayrışma gözlemlenmiyor: Yerli ürünlerde satışlar yüzde 32, ithal ürünlerde ise yüzde 27 gerilemiş durumda. Yatırım malı olarak kabul edilen ticari araç pazarında durgunluğun daha derin olmasının altı çizilmeli. Bu piyasada faiz artışının kur artışından daha etkili olduğunu düşünebiliriz. Durgunluğun bir diğer ilginç özelliği de otomobil piyasası motor gücüne göre alt piyasalara ayrıldığında ortaya çıkıyor. Motor gücü 1600 cc altında olan araba satışları yüzde 21 düşerken, 1600-2000 cc arasındaki araçların satışları yüzde 40 düşmüş. Bu ayrışmanın başlıca nedeninin ÖTV artışının yüksek silindirli araçlarda daha yüksek olmasından kaynaklandığını tahmin ediyorum.
    Buna karşılık lüks otomobil piyasası ne fiyattan ne de kredi maliyetinden etkilenmiş gibi duruyor. 2000 cc’nin üzerindeki otomobillerin satışı geçen yıla kıyasla sadece yüzde 3 kadar gerilemiş durumda. Şaşırdığımı söyleyemem. Zenginlerin fiyat-talep esnekliğinin çok düşük olduğu İktisata Giriş derslerinde okutulur.

    Otomotiv sektörünün tek tesellisi ihracat. İlk yedi ayda otomotiv ihracatı yüzde 10, AB pazarına ise yüzde 18 artmış durumda. Eğer otomotiv dış pazarının dörtte üçünü oluşturan AB yeniden durgunlaşırsa ki böyle bir ihtimal ufukta belirmiş durumda, sektör yegane tesellisini de kaybedebilir.
(bu yazı Zaman'da 10 Ağustos 2014 tarihinde yayınlanmıştır)

8 Ağustos 2014 Cuma

Ev yapımı kriz tehlikesi

Ev yapımı kriz deyince yanlış ekonomi politikaları sonucu kendi kendimize yarattığımız ekonomik krizleri anlamak gerekir.
1994 ve 2001 krizleri bu anlamda ev yapımı krizlerdi. Dışarıda belirgin olumsuz gelişmeler yoktu.  Ama içeride Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu sorunların teşhisinde ve reçetelerde yapılan yanlışlar 1994 ve 2001’de ekonomik krizlere neden oldu. 2008-09 krizi ise dışarıdan ithal edilmişti. O dönemde doğru ekonomi politikaları ile krize tepki verildiğinden Türkiye ekonomisi krizden hızlı çıktı. Oysa şimdi tamamen geçmişte kaldığını düşündüğümüz eski tarz ev yapımı kriz ihtimali ufukta görünür oldu.
    Üstelik tam da olumsuz gelişmelerin söz konusu olduğu bir dönemde. Amerikan faizleri yükselişin arifesindeler. Ucuz para döneminin sonuna yaklaşıyoruz. Avrupa ise bir türlü canlanamıyor. Sıfır hatanın şart olduğu bir dönemden geçiyoruz. Ne var ki, cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından dümene geçmesi beklenen yeni ekonomi yönetiminin 1990’lardaki gibi fahiş hatalara imza atması çok muhtemel.
      Başbakan’ın mevcut para politikasına karşı olduğu herkesin malumu. Başkanlık sistemine geçmek genel seçimde referandum çoğunluğunu elde etmekten geçiyor. Bunun için de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oy oranı yüzde 50’yi aşmak zorunda. Böyle bir sonuç cepte keklik değil. Başbakan, daha canlı bir ekonomi istiyor. Yüzde 3,5-4,0 arası seyreden büyüme Başbakan’ı kesmiyor. Haksız değil. Bu büyüme temposuyla kişi başı reel gelir artışı son iki yıldır yüzde 2 civarında. Yoksulluğu azaltmaya devam etmek için yetersiz. Dahası, düşük büyüme, vergi gelirlerini reel olarak azaltmaya başladı ama kamu harcamaları tam gaz devam ediyor. Mali disiplinin bozulmaması için dolaylı vergilerin artması, dolayısıyla daha yüksek büyüme gerekiyor.
    Başbakan, faizlerin düşürülmesi ile iç talebin canlanacağını, buna karşılık böyle bir canlanmanın ne enflasyonu ne de döviz kurunu olumsuz etkilemeyeceğine inanıyor. Bence yanılıyor. Son iki yıldır Başbakan Yardımcısı Babacan ve Merkez Bankası yönetimi, zorlu bir çabanın içindeler. Dengeli büyüme adı altında bir yandan enflasyonu aşağıya çekmeye, diğer yandan da ihracatın ithalattan daha hızlı artmasıyla cari açığı azaltmaya çalışıyorlar. Bu yılın ilk çeyreğinde bu zor bileşim kısmen başarıldı. Yıllık büyüme yüzde 4,3 olarak gerçekleşti. Bu büyümeye net ihracat pozitif katkı yaparken, dolayısıyla cari açık azalırken, iç talepte de ılımlı bir canlanma oldu.
    Ancak enflasyonda katılık sürüyor. Temmuzda TÜFE’de beklenen düşüş gerçekleşmedi. Yıllık enflasyon yüzde 9,3. Çekirdek enflasyonda da artış devam ediyor. İki yıllık tahvilin faizi önceki gün yüzde 9,5’e yükseldi. Merkez Bankası’nın faizi ise 8,25’te. Bu arada döviz kuru da Türkiye gibi yüksek cari açığa sahip ülkelerde yükselmeye başladı. Merkez Bankası’nın son faiz indiriminin hatalı olduğunu savunmuştum. Korkarım haklı çıkıyorum.
    Bu koşullarda mevcut makroekonomik çerçeveyi bozmak krize yol açabilir. Başbakan cumhurbaşkanı seçildiği takdirde, kendisinin ekonomik görüşleri ile bağdaşık yeni bir ekonomi yönetimi oluşturması tutarlılık adına şaşırtıcı olmayacak. Babacan’ın kurulacak yeni hükümette yer almayacağı sanırım sır olmaktan çıktı. Babacan giderse Merkez Bankası yönetiminin de siyasal baskılara fazla dayanamayacağını düşünüyorum.

    Sanırım yeni ekonomi yönetiminin ilk işi faizleri düşürerek para politikasını daha da gevşetmek olacaktır. Bu gevşeme TL’ye hızla değer kaybettirir. Enflasyon da artmaya devam eder. 1990’lardan farklı olarak esnek kur ve düşük bütçe açığı yaratılan şokun etkisini hafifletebilir ama yine de birkaç aylık bir yalancı bahardan sonra Türkiye ekonomisinin durgunlaşmasını kimse engelleyemez. Ekonominin katı gerçekleri bazen yaşanmadan öğrenilmiyor.
(Bu yazı 8 Ağustos 2014'te Zaman gazetesinde yayınlanmıştır)

5 Ağustos 2014 Salı

A home-made crisis is possible

There is a smell of economic crisis in the air. This weekend, Economy Minister Nihat Zeybekçi declared that “there will be no crisis.” When does an economy minister declare that there will be no crisis? The answer is straightforward: This is the case when crisis expectations are rising among economic actors. And this is the case at the moment.

Let's begin with the most recent news: Inflation in July, revealed yesterday, has been very disappointing. While the Central Bank of Turkey has been expecting a decrease in headline inflation, we actually saw an increase. The yearly consumer price index (CPI) rose from 9.2 percent to 9.3 percent. The real bad news is that the two core inflation indexes are still rising and they reached 10.4 and 9.8 percent, respectively, in July. Rising inflation is driven mainly by service prices, signaling the presence of demand pressure.

Recently, when the central bank's Monetary Policy Committee (PPK) decided to cut its policy rate for the third time, this time by 50 basis points, I wrote in this column that low interest rates may cause an excessive revival in domestic demand -- something that the committee has disregarded. I concluded that the central bank is too optimistic about inflation. I am afraid that I was right.

One must conclude that the fact that inflation is outpacing the central bank's forecasts is not a sufficient factor to conclude that there will be an economic crisis. However, a radical change in the macroeconomic framework in place could do this. This will probably be the case if Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan is elected president of the Turkish Republic this Sunday.
It is well known that Mr. Erdoğan disagrees profoundly with the current monetary policy and the macroeconomic framework that tries to maintain balanced growth -- a continuation of the decrease in the current account deficit while trying to get inflation closer to its target of 5 percent in the medium term. Nevertheless, this balanced growth requires a strict control of domestic demand, which results in rather low growth.

The critical point lies here. Mr. Erdoğan believes firmly that it is possible to have a revival in domestic demand through radical interest rate cuts without jeopardizing either inflation or the current account deficit. Many times he has declared that high interest rates are the cause of high inflation and that the central bank is following the wrong monetary policy. So, we must expect the implementation of a new economic policy along with the nomination of a new government after the election of the president of the republic, supposing that this will be Mr. Erdoğan. I am almost sure that Ali Babacan, the deputy prime minister in charge of the economy, who is the main builder of the balanced growth regime, will not be present in the new Cabinet. With the departure of Babacan, the central bank management will lose its main defender in the government. I do not think that Turkish Central Bank Governor Erdem Başçı will resist the political pressure that will be exerted by the president of the republic, recently elected by universal suffrage and who does not mince his words, as you know.


Under these circumstances, what kind of events should we expect in the Turkish economy? As soon as interest rates are cut, inflation and exchange rate expectations will be worsened. Let me mention that the current market interest rate for two-year maturity Treasury bonds is at 9 percent, while the policy interest rate of the central bank is 8.25 percent. For a few months we may witness a boom in domestic demand, thanks to negative real interest rates, but a sudden stop in capital inflows will not be lasting. This will fuel even further the depreciation of the Turkish lira and push inflation up again. In sum, the “new monetary policy” will backfire, pushing the Turkish economy into recession. Believe me, this is neither a fantasy nor wishful thinking.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

BRICS meydan okuyor

Bu pazar, Türkiye’de gittikçe ayan beyan hale gelen otoriterleşmenin ve bölgemizdeki kanlı savaşların oluşturduğu iç karartıcı atmosferden biraz uzaklaşalım istiyorum.
BRICS liderleri Fortaleza'da
Küresel ekonomide güç dengeleri başta Çin olmak üzere kalkınmakta olan ülkelerin lehine hızla değişiyor. Ne var ki, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan kurumsal ekonomik düzen bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyor. Daha doğrusu, bu düzenin egemen gücü Batı ayak sürüyor.
    Bu bağlamda iki hafta önce 15 Temmuz’da Brezilya Fortaleza’da toplanan 6. BRICS zirvesinde çok önemli kararlar alındı. Ama ne yazık ki bu kararlar Ortadoğu ve Ukrayna yangınlarının dumanı içinde kaybolup gitti.
    Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın İngilizce baş harflerinden oluşan BRICS, 2006 yılında kuruldu. BRICS denince 3 milyar nüfustan, 16 trilyon dolar milli gelirden ve 4 trilyon dolar döviz rezervinden söz ettiğimizi hatırlatmak isterim.
    Başlangıçta ekonomik işbirliği yapmak gibi oldukça muğlak bir amaç belirlenmişti. Kurumsal yapı 2009’da Rusya’da yapılan ilk zirveyle oluşmaya başladı. Bundan sonra BRICS kurumsal yapısını geliştirdi ve amacını işbirliğinden dayanışmaya taşıdı. Zirve bildirileri ekonominin ötesine taştı ve çevre ve iklim sorunlarından uluslararası çatışmalara tüm dünya sorunları hakkındaki üye ülkelerin ortak görüşlerini ifade etmeye başladı. Örneğin Fortaleza bildirisi İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırıyı kınayan ve BM karaları ile Arap Barış Planı’nın ilkeleri doğrultusunda bağımsız Filistin devletini savunan bir açıklamaya yer verdi.
    Fortaleza’da Batı’nın 2. Dünya Savaşı ertesinde kurduğu ekonomik düzene meydan okuyan iki önemli karar alındı. BRICS liderleri Uluslararası Para Fonu’na (IMF) alternatif bir Rezerv Fonu (Contingent Reserve Arrangement) anlaşmasını imzaladılar. Başlangıç rezerv miktarı 100 milyar dolar olacak. Üye ülkeler ulusal paralarına karşı spekülatif bir hücum oluştuğunda 6 aydan bir yıl vadeyle rezervden döviz kullanabilecekler. En büyük uluslararası rezerve sahip olan Çin 41 milyar, Brezilya; Hindistan ve Rusya her biri 18 milyar, Güney Afrika da 5 milyar dolar koyuyor. Çin’in görünür gelecekte böyle bir desteğe ihtiyacı yok ama diğerleri gerektiğinde IMF’nin kapısını çalmak yerine öncelikle BRICS rezervini kullanabilecekler.
    IMF’ye alternatif Rezerv Fonu’nun yanı sıra BRICS bir de Dünya Bankası’na alternatif yatırım bankası kurdu: Yeni Kalkınma Bankası (New Development Bank) başlangıç olarak 50 milyar dolar sermaye ile donatıldı. Bir süre sonra bu meblağ 100 milyar dolara çıkarılacak. Kalkınma Bankası Rezerv Fonu’ndan farklı olarak isteyen kalkınmakta olan ülkeler de bankaya sermaye koyup ortak olabilecekler. Banka, gelişmekte olan ülkelerin her türlü altyapı, yenilenebilir enerji gibi uzun dönemli temel yatırımlarını finanse etmeyi amaçlıyor.

    Bu iki kuruluş, yakın gelecekte IMF ile Dünya Bankası’na rakip olamazlar. Ancak ileride BRICS’in ekonomik ağırlığı ve kaynakları arttıkça ‘Washington DC’nin ikizleri’ olarak anılan IMF ve WB’e alternatif oluşturabilirler. BRICS aynı zamanda IMF’nin küresel ekonomide değişen güç dengelerini yansıtacak şekilde reforma tabi tutulmasından vazgeçmiş değil. Fortaleza Bildirisi adeta ültimatom tadında başta ayak sürüyen Amerikan Kongresi olmak üzere Batı’yı uyarıyor: “2010 yılında karara bağlanan IMF reformlarının halen yürürlüğe girmemiş olmasından duyduğumuz düş kırıklığını ve ciddi endişelerimizi hatırlatırız.” dedikten sonra, bu reformların yıl sonuna kadar uygulanmasını ve yeni kota dağılımlarının da Ocak 2015’e kadar karara bağlanmasını talep ediyor. Ayrıca daha eşitlikçi bir IMF’nin gecikmesinin bu kuruluşun ‘meşruiyetini, inandırıcılığını ve etkinliğini zedelediğini’ belirtmeyi de ihmal etmiyor.
(Bu yazı Zaman'da 3 Ağustos, 2014 tarihinde yayınlanmıştır)

1 Ağustos 2014 Cuma

Kolay malî disiplin geçmişte kaldı

AKP iktidarının en önemli ekonomik başarısı hiç kuşkusuz mali disiplini sağlaması oldu. İlk yıllarda bütçe açıkları hızla düştü.
Düşen bütçe açıkları ekonomiye olan güveni artırdı. Reel faizler yüzde 10’un altına gerilerken yüksek büyüme bütçe gelirlerini hızla artırdı. Kamu borç yükü (kamu borcunun GSYH içindeki payı) yüzde 70’lerden yüzde 40’ın altına düşürüldü. Ardından küresel kriz sırasında büyük çapta düşen uluslararası faizler Merkez Bankası’na faizlerini de aşağıya çekme fırsatını verdi. Reel faizler yüzde 1-2 düzeyine kadar geriledi. Bu gelişmeye kriz ertesinde iki yıl boyunca gerçekleşen olağanüstü yüksek GSYH artışları eklenince, vergi gelirlerinde de büyük artışlar elde edildi. Tüm bu gelişmelerin sonucunda hükümet kamu harcamalarını artırmasına rağmen mali disiplini sürdürmeyi başardı. Geçen yıl bütçe açığı rekor düzeyde küçülerek yüzde 1’e, kamu borç yükü de yüzde 36’ya geriledi. Ancak bu yılın ilk yarısında ortaya çıkan bütçe performansı mali disiplini bozmadan kamu harcamalarını reel olarak artırma döneminin sonuna gelindiğine işaret ediyor.
    Haziran sonu itibarıyla Merkezi Yönetim Bütçesi 3,4 milyar TL açık verdi. Geçen yılın aynı döneminde 3,1 milyar fazla vardı. Bu gelişmenin başlıca sebebi bütçe giderlerinin yüzde 13,8 artmış olması. Buna karşılık gelirlerde artış yüzde 10,2’de kaldı. Yüzde 9’luk enflasyonu dikkate alırsak, giderler reel olarak yüzde 5 artarken, gelirlerdeki artış yüzde 1’de kaldı. Ama daha vahimi, kamu gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan vergi gelirlerinde artışın yüzde 6,1’de kalmış olması. Bu sınırlı artış, vergi gelirlerinin reel olarak yüzde 3 kadar azaldığını gösteriyor. Gelir Vergisi varidatı artarken, vergi gelirlerinin üçte ikisini oluşturan dolaylı vergi varidatının çok az arttığı görülüyor.
    Vergi gelirlerindeki bu alarm verici gelişmenin ardındaki en önemli etken ekonomik büyümenin son iki yıldır düşük seyrediyor olması. Halen GSYH artış oranı yüzde 3,5-4,0 arasında. Bu büyüme temposu geçmişte olduğu gibi bütçe gelirlerinin yeterince artmasına izin vermiyor. Oysa, harcamalar yüksek bir tempoyla artmaya devam ediyor. Kriz öncesinde bütçe gelirleri GSYH’nın yüzde 22’sini oluştururken, halen bu oran yüzde 25’e yükselmiş durumda. Buna karşılık faiz dışı harcamaların GSYH’ya oranı yüzde 18’den yüzde 23’e çıkmış bulunuyor. Bu artış farkı kamu maliyesinde 2 yüzde puanlık bir bozulmaya işaret ediyor.
    Hükümet art arda gelen seçimlerin dürtüsüyle harcama alışkanlıklarından vazgeçemiyor. Aynı zamanda vergi gelirlerini artırmanın yolu da büyüme hızını artırmaktan geçiyor. Vergilerin bileşimini Gelir Vergisi lehine değiştirecek köklü vergi reformu projesi seçimler sebebiyle rafa kalktığından tek yol iç talebi çok daha canlı yapmak. Başbakan’ın Merkez Bankası yönetimine ateş püskürmesinin temel sebebi de bu ikilem. Başbakan, düşük büyümenin müsebbibi olarak mevcut para politikasını görüyor. Faizler büyük ölçüde düşürülürse iç talebin canlanacağına, buna karşılık döviz kurunun sakin kalacağına, enflasyonun da azmayacağına inanıyor.

    Bu ayrı bir tartışma konusu. Türkiye ekonomisinin Aşil topuğu olan cari açığı adım adım düşürmek için dengeli büyümenin devam etmesi şart. Bunun için de iç talebin ılımlı seyretmesi gerekiyor. İhracatta mucizevi artışlar beklenemeyeceğine göre GSYH artışı haliyle AKP iktidarının harcama iştahına kıyasla yetersiz kalıyor. Gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde Başbakan mutlaka referandum çıtasını (330’un üzerinde milletvekili) aşmak istiyor ve kamu harcamalarında frene basmak istemiyor. Ama büyüme düşük kalmaya devam ettiği sürece bu gidişat ekonomik güvenin halen temel çıpasını oluşturan mali disiplinden giderek uzaklaşma ihtimalini artırıyor.