16 Ekim 2014 Perşembe

İşsizlik hızla artıyor

Dün açıklanan işgücü piyasası temmuz dönemi istatistikleri mayıs ve haziran dönemlerinde görülen işsizlikteki yüksek artışın devam ettiğini gösterdi.
Temmuz döneminde (haziran-temmuz-ağustos) işsizlik oranı yüzde 9,1’den 9,8’e, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,1’den 12,0’ye sıçradı. İşsizlik cephesinde ne olup bittiğini anlamak için son ayların mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlarına bakmak gerekiyor.
Geçen yılın aralık ayında mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde 9,1’e gerileyerek son yılların en düşük seviyesine inmişti. Ardından aşağı yukarı yatay seyreden işsizlik oranı nisan döneminde yüzde 9,2 idi. Mayısta yüzde 9,6’ya, haziranda yüzde 10’a, temmuzda da yüzde 10,4’e yükseldi. Üç ay içinde işsizler ordusuna tam 363 bin kişi katıldı ve işsiz sayısı 3 milyona çıktı. Kriz dönemi hariç 2002’den bugüne hiçbir dönemde işsizlikte bu kadar hızlı bir artış yaşanmamıştı. Böyle bir gelişme her demokratik ülkede birinci sayfaya manşet olur. Bakalım bizim medya, özellikle hükümet yanlısı medya haberi nasıl verecek!
İşsizlik neden bu kadar hızlı arttı, artış devam eder mi, soruları hem toplumsal hem de siyasal açıdan büyük önem kazandı. Son üç ayda gözlemlenen yüksek işsizlik artışının birincil nedeni basit: Nisan ve mayısta yerinde sayan istihdam, haziran ve temmuzda yüzde 0,7 oranında geriledi. İstihdam edilenlerin sayısı 25 milyon 961 binden 25 milyon 791 bine düşerken işgücü sayısı 28 milyon 709 binden 28 milyon 792 bine yükseldi.
Toplam işgücü artışı normal. Tarım dışı işgücünde son dönemde 133 binlik güçlü bir artış var. Tarım dışı istihdam da yerinde saymış durumda. İnşaat ve sanayide büyük istihdam kayıpları söz konusu. Mayıs-temmuz döneminde sanayi 130 bin istihdam kaybetti. İnşaatta ise Mart döneminde başlayan istihdam kayıpları 218 bini buluyor. Sanayi üretimi yavaş da olsa artmaya devam ederken istihdam kayıpları işgücü verimliliğinin artmakta olduğunu gösteriyor. Büyümenin kalitesi açısından iyi ama işsizlik açısından kötü. İnşaattaki büyük istihdam kaybı ise bu sektörde bir süredir hüküm süren durgunluğa bağlanabilir. Konut sektöründe arz fazlası olduğunu biliyoruz. Hizmet sektöründe istihdam artışı devam ediyor ama bu artış işsizlik artışını engellemeye yetmiyor.
İstihdamdaki bu olumsuz gelişme ne ölçüde zayıf büyümeye, ne ölçüde Ortadoğu’daki kanlı savaşın ve göç dalgasının Güneydoğu Bölgesi ekonomisine yaptığı olumsuz etkiye bağlı bilmiyoruz. TÜİK, bölgesel işgücü istatistiklerini yıllık olarak yayınlıyor. Elimizde en son 2013 rakamları var. Bu yıl bölgede neler olduğunu çok geç öğreneceğiz. Ancak nedenleri ne olursa olsun işsizliğin kısa süre içinde bu ölçüde artması hayra alamet değil. Büyüme düşük kaldığı sürece önümüzdeki dönemlerde bu kadar olmasa da işsizliğin artmaya devam etmesi çok muhtemel. Düşük büyüme-yüksek istihdam artışı dönemi kapanmış görünüyor.
Bu gelişmenin toplumsal ve siyasal sonuçları olacağı aşikâr. Eğer tahmin ettiğim gibi özellikle Güneydoğu’da büyük bir işsizlik patlaması yaşanıyorsa, son günlerde bölgede yaşanan toplumsal gerginliğin gelecekte şiddetlenmesini teşvik edecek bir zemin de gelişiyor demektir. Bu durum Kürt sorununa ve barış sürecine oyalama yerine elle tutulur gerçekçi adımlarla yaklaşmanın aciliyetini hatırlatıyor.

İşsizlikte güçlü artışa AKP hükümetinin, özellikle de Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir tepki vereceği de önemli bir gündem maddesi haline geldi. Başkanlık ihtirası nedeniyle AKP açısından son derce kritik kabul edilen genel seçimlere giderken işsizlik artışına seyirci kalınması düşünülemez. Cumhurbaşkanı ne der? Hükümet ne yapabilir? Bu da başka bir yazının konusu.
Not: bu yazı Zaman'da 16 Ekim 2014'te yayınlanmıştır

14 Ekim 2014 Salı

A surprising proposal by Minister Bozkır

Sunday evening during a dinner organized by the Bosporus Institute, Minister of European Affairs Volkan Bozkır made a surprising proposal regarding Turkey's European Union negotiation process.
The institute is a think tank founded by the Turkish Industrialists and Businessmen's Association (TÜSİAD) during the period of Nicolas Sarkozy's presidency in France. Back then, French President Sarkozy, who was very hostile to Turkey's membership of the EU, had blocked five chapters in addition to those ones blocked by Cyprus in Turkey's EU accession talks. The Bosporus Institute had worked to address problems between Turkey and France using bilateral meetings.
Since then, twice a year, the institute organizes meetings on Turkey's EU relations, where current problems are discussed. It is usual during the opening dinner to hear ministers from both sides expressing the official positions of their governments concerning Turkey-EU relations. Member of the National Assembly of France Jean-Marie Leguen took the floor first. He had a positive approach, stating that the French government is favorable to the pursuit of negotiations, is not putting up any obstacles to them and the time of his government blocking Turkey in the process is over. He also added that France supports the opening of the chapter on the judiciary and fundamental rights as well as the chapter on justice, freedom and security.
Then Minister Bozkır took the floor. After explaining that Turkey is working on areas in the chapters that are not opened yet, he proposed that, besides the two chapters quoted above, the French government support the opening of the chapter on economic and monetary policies -- the 17th chapter. Let me recall that before the Great Recession, i.e., the 2008 global crisis, Turkey had declared it was ready to open this chapter, which was not being blocked by Cyprus, but President Sarkozy refused it, arguing that the 17th chapter concerns full membership.
Minister Bozkır may be right by proposing the opening of the 17th chapter, since it is not blocked by Cyprus, while the two chapters on justice and freedom mentioned by Minister Leguen are, so it requires the consent of the Greeks, which is not realistic given the state of negotiations between Turks and Greeks in Cyprus. Probably Minister Bozkır wanted both to make effectively possible the opening of a new chapter and at the same time encourage the French government, which is willing to end Sarkozy's blockade of Turkey.
No doubt, this was quite a surprising proposal, since the choice of the chapter on economic and monetary union is no longer among Turkey's priorities. The economic crisis in Europe proved how the monetary union might be a fetter for the economies that have weak competitive strength. Giving up the use of depreciation of the national currency as competition tool when necessary obliges proceeding to the horrible internal devaluations. Nowadays, no one wants to rapidly enlarge the monetary union to other EU members, and it is even discussed to reorganize the monetary union by restricting it. I am quite sure that if Turkey becomes an EU member one day it will prefer to remain outside of the eurozone for years.

That said, there is also a second reason that Minister Bozkır's proposal was rather strange. Turkey complies with the Maastricht Criteria with respect to public finances. Its budget deficit is well below the fateful 3 percent and its public debt ratio well below 60 percent. However, this situation is just the opposite concerning price stability. Even the inflation target of 5 percent is much higher than EU average. The negotiation of the 17th chapter would oblige Turkey to target inflation much lower than 5 percent and this is absolutely out of the question for a long time in the future.
Note: This article is published in Todays' Zaman October 14

13 Ekim 2014 Pazartesi

Orta Vadeli Program bu kez başarır mı?

Merakla beklediğim Orta Vadeli Program (2015-2017) çarşamba günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından açıklandı.
Program incelendiğinde gerek öncelikler gerek politika tutarlılığı açısından güven veren ve aşikâr bir şekilde Babacan damgası taşıyan bir program söz konusu. Temel sorun şu: 2012-2014 döneminde gerçekleştirilemeyen hedefler, bu kez gerçekleştirilebilir mi? Bu soruya yanıtım gayet yalın: Evet gerçekleştirilebilir; eğer programın öngördüğü maliye politikası ve yapısal reformlar gerçekleştirilirse.
Program uçuk değil. Bu yıl GSYH artışı yüzde 3,3’te kalıyor. Gelecek yıl yüzde 4’e yükseliyor, ardından yüzde 5 patikasına oturuyor. Önceki programlarda olduğu gibi. Verimlilik artışlarının büyümeye katkısı artırılabilirse ki program bunu öngörüyor, yüzde 5 civarında büyüme mümkün. OVP enflasyonun yılı yüzde 9,4’te bitireceğini tahmin ediyor. Buna rağmen gelecek yıl yüzde 6,3’e düşürmeyi, son iki yılda da yüzde 5 olan hedefle buluşturmayı öngörüyor. Bu hedefler fazlasıyla iyimser görülebilir. Ancak öngörüldüğü gibi bütçe açıkları sıfırlanmaya yönelecek, reel kur da mevcut düzeyinde seyredecekse, enflasyon yüzde 5’e yaklaşır.
İşsizlik hedefi mütevazı sayılır. Bu yılın ortalama işsizlik oranı tahmini yüzde 9,6. Haziran döneminde yüzde 9,9 olmuştu. Yıl sonuna kadar artmaya devam eder. Gelecek yıldan itibaren azalmaya başlaması ve 2017’de yüzde 9,1’e gerilemesi öngörülüyor. Büyüme hedefleri gerçekleşir ve örtük olarak 0,7 civarında kabul edilen büyüme-istihdam esnekliği dikkate alınırsa işsizlik oranı 0,5 puan düşebilir. 2017’de işsizlik oranının yüzde 9,5 civarında olması kuvvetle muhtemel. Büyük başarı sayılmaz ama gerçekçi.
Son kritik hedef cari açık. Açığın gelecek 46 milyar dolarda kalması, 2017’de ise 51 milyar dolara çıkması hedefleniyor. Cari açık oranı da yüzde 5,2’ye kadar geriliyor. Bu hedeflerin ardında dengeli büyüme var: İhracat ithalattan biraz daha hızlı artıyor. OVP’nin en zayıf noktası burası olabilir. Yıllık olarak yüzde 8 civarında artması hedeflenen ihracatın bu performansı yakalaması için Avrupa ekonomisinin az da olsa canlanması, Ortadoğu’daki kaosun da son bulması gerekir. Her ikisinin de garantisi yok. Bir de tabii öngörülen maliye politikasından ve kontrol altında tutulan özel tüketimden taviz verilmemesi gerekiyor.
Tüm bu oldukça iddialı hedeflerin gerçekleştirilebilmesi iki kritik öngörüye bağlı: Son derece sıkı maliye politikasının izlenmesi ve kapsamlı reformların yapılması. OVP’nin kamu kesimi rakamlarını biraz kurcalayınca şaşırtıcı ölçüde sıkı bir maliye politikası ile karşılaşıyoruz. Bu yıl bütçe açığının GSYH oranının (açık oranı) yüzde 1,4’te kalması bekleniyor. Geçen yıl yüzde 1,2 idi. Biraz artış var ama sorun değil. Ancak gelecek yıl kamu sert bir şekilde frene basıyor. Açık oranı yüzde 1,1’e geriliyor. Ardından bütçe açığı azalmaya devam ediyor ve 2017’de yüzde 0,3’e düşüyor. Üç yıl içinde neredeyse denk bütçe hedefleniyor. Düşen bütçe açıkları öngörülen büyüme hedefleri ile birlikte ele alındığında kamu borcunun GSYH’ya oranı da yüzde 33’ten yüzde 28’e geriliyor.
Maliye politikasının sıkılığını daha iyi görebilmek için kamu harcama ve gelirlerinde öngörülen reel değişimleri hesaplayarak tablolaştırdım. Gelecek yıl nominal faiz dışı harcama artışı yüzde 5,5 ile sınırlı. Yüzde 6,3’lük enflasyon hedeflendiğine göre devlet kamu hizmetleri ve yatırımlar için reel olarak yüzde 1,1 daha az harcama yapacak demektir. Dahası kamunun toplam gelir artışı da yüzde 6,6 olarak öngörülüyor. Yüzde 0,3 reel artış söz konusu. 2016 ve 2017’de gelir artışı hızlanıyor: Yüzde 3,6 ve 3,8. Keza harcamalar da artıyor ama gelir artışının altında kaldıklarından bütçe açığı azalmaya devam ediyor.
Bu fazlasıyla sıkı maliye politikasına neden ihtiyaç duyuluyor sorusu akla geliyor. Sanırım iddialı enflasyon ve cari açık hedeflerini tutturmak için çok sağlam bir maliye çıpasına ihtiyaç var. Çünkü Merkez Bankası’na güven son dönemde bir hayli yıprandı. İkinci soru hedefler gerçekçi mi? Gelecek yılın gelir artışı yüzde 4 büyüme varsayımı altında gerçekçi. Sonraki yıllarda öngörülen yüksek artışlar için esaslı vergi reformu lazım. Babacan, yapacağız diyor.
Ancak maliye politikasında kafamı kurcalayan esas soru, gelecek yılda öngörülen sert harcama freni. Başkanlık rejimi ihtirasının geleceğinin oylanacağı genel seçim yılında iktidar partisi maliye politikasında toplam 1,4 yüzde puanlık bir sıkılaştırma öngörüyor. Yapabilirlerse doğrusu şapka çıkartırım.
İddialı hedeflerin gerçekleşebilmesi için sıkı maliye politikasının yetmeyeceği bilindiğinden ek olarak çok geniş kapsamlı yapısal reformlar vaat ediliyor. Beşeri sermayenin kalitesi yükseltilecek. Yani eğitimin her kademesinde esaslı reformlar yapılacak. Bugün düğmeye basılsa sonuçlar on yıl sonra gelmeye başlar. İşgücü piyasası etkinleştirilecek. Yani esnekleştirilecek. Kıdem tazminatı reformunun raftan inmesi, işgücü üzerindeki prim ve vergi yüklerinin azaltılması, kayıt dışılığın geriletilmesi gerekiyor. Sonra üretici sektör yenilik ve teknoloji açısından daha fazla teşvik edilecek. Bir de ekonomik kurumların işleyişi etkinleştirilecek.

Hiçbirine itirazım yok. Ama bu vaatler son üç yıldır yapılıyor ama pratikte hiçbir şey yapılmıyor. Hülasa, eğer öngörülen maliye politikası uygulanır vaat edilen reformlar da yapılırsa, hedefler gerçekleşir ve Türkiye orta gelir tuzağından çıkmaya başlar.
Orta Vadeli Program: Büyüme, enlasyon, bütçe açğı ve örtük reel harcama ve gelir hedefleri

2014
2015
2016
2017
Büyüme oranı
3,3
4,0
5,0
5,0
Bütçe açığı GSYH oranı
-1,4
-1,1
-0,7
-0,3
FD Harcama
Reel değişimi*
1,8
-1,1
3,1
2,4
Rele Gelir değişimi*
-0,6
0,3
3,6
3,8
Enflasyon
9,4
6,3
5,0
5,0
*Hedelenen enflasyon – Nominal degişim   

9 Ekim 2014 Perşembe

Maliye Bakanı’ndan orta gelir tuzağı

Geçen hafta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 1 Ekim tarihli Wall Street Journal-Türkiye’de “Türkiye orta gelir tuzağından nasıl kaçacak?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu girişimi olumlu bulduğumu belirteyim.
Ekonomide güncel sorun düşük büyüme ve büyümenin kalitesi. Orta gelir tuzağı tartışması da bu bağlamda gündemimize girdi.
Orta gelir tuzağı kavramı, kişi başına gelir 10 bin doların üzerine çıktığında bunu 16-17 bin dolara çıkarmanın 10 bin dolara çıkarmaktan çok daha zor olduğunu, çünkü GSYH büyümesinin orta gelir düzeyinden itibaren çok daha fazla verimlilik artışlarına dayanması gerektiğine işaret eder. Ekonomik kalkınmanın ilk aşamasında sermaye stoku düşük olduğundan makul bir yatırım oranıyla kişi başına geliri hızla artırmak mümkündür. Ancak GSYH belirli bir düzeye ulaştığında yatırımların büyümeye katkısı doğal olarak düşer. Gelir artışını devam ettirebilmek için verim artışının büyümeye katkısının yükselmesi gerekir. Bu da teknolojik ilerlemeye, beşeri sermayenin gelişmesine ve ekonominin kurumsal olarak etkin çalışmasına bağlıdır.
İşte bu noktada Türkiye ekonomisi teklemeye başladı. Kişi başına gelir bir yandan yüksek büyüme diğer yandan Türk Lirası’nın fazlasıyla değerlenmesi ile 2003’ten 2011’e 3 bin 500 dolardan 10 bin doların üzerine çıktı. Ancak son üç yıldır düşük büyüme ve Türk Lirası’nın değer kaybına bir de verimlilik artışlarının durması eklenince, kişi başına gelir yerinde saymaya başladı.
Bakan Şimşek, 1960’lardan bu yana 101 orta gelirli ekonomiden yalnızca 13’ünün bu “önemli sıçramayı” başardığını belirterek, işin zorluğunu teslim ediyor. Buna rağmen Türkiye’nin 2023’te 25 bin dolar kişi başına geliri yakalayacağına güveni tam. 25 bin dolar hedefinin olanaksızlığını 18 Eylül tarihli yazımda göstermiştim. Gerekçelerime dönecek değilim. Zaten konumuz açısından önemi de yok. Türkiye 2023’te kişi başına gelirini 18 bin dolara çıkartabilirse, bu hem büyük başarı olur hem de orta gelir tuzağından kurtulmuş oluruz.
18 bin doların belirli koşullar altında mümkün olduğunu yazımda belirtmiştim. Sayın Şimşek de hemen hemen aynı koşulları zikrediyor: “Beşeri sermaye stokunun kalitesini güçlendirmek”, “İşgücü piyasasını esnekleştirmek”, “ulusal teknoloji ve inovasyon kapasitemizi geliştirmek”.
Beşeri sermayemizi geliştirmek için eğitim sistemimizi her kademede reforma tabi tutmamız gerekiyor. Şimşek, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığını, öğretmen sayısının hızla artırıldığını belirtiyor. Ama eğitim kalitesinin temeli olan öğretmen kalitesi hakkında bir şey söylemiyor. Geçen hafta Eğitim Reformu Girişimi bir rapor yayınladı. Durum hiç parlak değil. İki saptamayı kısaca aktarayım: Okulöncesi eğitim hedeflerinin halen çok gerisindeyiz. Ulusal Öğretmen Stratejisi belgesinde öngörülen politikaların da hiçbiri uygulamaya geçmemiş durumda. Ayrıca zorunlu eğitime 4 yıl eklemekle lise çağında okullaşma oranının kendiliğinden artacağını beklemek beyhude.
İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi konusunda da köklü reformlar yapılabilmiş değil. Bu reformlardan en önemlisi kıdem tazminatı oy kaygısıyla rafa kaldırıldı. Ar-Ge harcamalarını son yıllarda ikiye katlayarak GSYH’nın yüzde 1’e çıkardığımız doğru. Şimşek, bu oranın 2018’de yüzde 1,8’e, 2023’te yüzde 3’e çıkarılacağını söylüyor. Ancak ulusal teknoloji ve inovasyon salt daha fazla teşvik vererek elde edilmez. Bu teşvikleri talep edecek ve yerinde kullanacak firmalar ve vasıflı işgücü de gerekir.

Maliye Bakanı “ikinci nesil reformları” uygulamaya başlayacaklarını söylüyor. Umarım öyle olur. Şimdilik eğitimde dershaneleri kapatmak, zorunlu okul-zorunlu din dersi, başörtüsünü her kademede serbest bırakmak, “paralelcilerle(!)” de her alanda mücadele etmek gibi konularla iştigal ediyoruz.

2 Ekim 2014 Perşembe

Para politikasının etkinliği zayıflıyor

Pazar günkü yazımda “Merkez Bankası direniyor ama yetmez” demiştim. “Direnme” faslı geçen hafta Para Politikası Kurulu’nun (PPK) siyasal baskıları kulak ardı ederek hiçbir faizini indirmemesine dairdi.
 “Yetmez” faslı ise Sayın Babacan’ın Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesine yeterince güçlü bir destek vermemesine gönderme yapıyordu. Aradan geçen üç gün içinde Türk Lirası değer kaybetmeye devam etti. Aynı zamanda Merkez Bankası sessiz sedasız fiili fonlama faizini artırmaya başladı. Bu gelişmeler, “Para politikasının etkinliği zayıflıyor mu?” sorusunu sormanın zamanının geldiğini düşündürüyor.
Para politikası bilindiği gibi Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği paranın faizi (kısaca fonlama faizi) aracılığı ile icra edilir. Bu faiz arttığında piyasa ve kredi faizlerinin artması, indirdiğinde ise bu faizlerin azalması beklenir. Bu bağlamda faiz kanalına bir de döviz kuru kanalını eklemek gerekir. Merkez Bankası aşırı sıcak para giriş ve çıkışlarını faiz değişikliği yaparak kontrol altına almaya çalışır çünkü Türk Lirası’nın hızlı değer kaybı enflasyonu kamçılar, hızlı değer kazancı ise dış açığı artırır. Merkez Bankası’nın faizi ile piyasa faizleri ve kur arasındaki bağ koptuğu takdirde para politikası etkinliğini yitirmeye başlar.
Geçmişte bu bağın koptuğu dönemler oldu. Ardından Merkez Bankası sert faiz artışları yapmak zorunda kaldı. Son örnek 28 Ocak’ta olağanüstü PPK toplantısında yapılan sert faiz artışı. Bugün de bu kritik bağın kopmakta olduğuna dair işaretler var. PPK’nın son toplantısında faiz indirimine gitmemesinin Türk Lirası’nın son haftalarda yaşamakta olduğu hızlı değer kaybını durdurması, hatta bir miktar geri çevirmesi, artı piyasa gösterge tahvil faizini düşürmesi beklenirdi.
Oysa böyle olmadı. Toplantı öncesi dönemde 0,5 dolar + 0,5 Euro’luk sepet kur 2,50’nin biraz üzerindeydi ama yükselmeye başlamıştı. Toplantının arefesinde sepet kur 2,56’ya ulaşmıştı. Dün sabah sepet kur 2,59’a dayandı. Yüzde 9,5 civarında seyreden piyasa faizi ise yüzde 9,9’a yükseldi. Oysa, indirmeyerek doğrusunu yaptığını söylediğim politika faizi, ki şubattan bu yana fonlama faizidir, yüzde 8,25’te duruyor. Durumun kontrolden çıkmaya başlamasının miladı Merkez Bankası’nın temmuzda yaptığı üçüncü 50 baz puanlık faiz indirimidir. Geriye dönüp baktığımızda Merkez Bankası faizi-piyasa faizi bağının bu karardan sonra kopmaya başladığı açıkça görülüyor.
Reel kurun makul bir düzeyde olduğu bir dönemde (reel kur endeksi 2003’e kıyasla sadece yüzde 10 kadar daha yüksek) Türk Lirası’nın değer kaybediyor olması açıktır ki yüksek enflasyonla mücadele eden Merkez Bankası açısından arzu edilen bir durum değil. Şubat öncesinde yaşanan büyük değer kaybının enflasyon etkilerinin tükendiği ve bu sayede enflasyonda düşüş beklendiği bir dönemde Türk Lirası’nın yeni bir değer kaybı dönemine girmesi söz konusu. Yıl sonunda enflasyonun bir kez daha Merkez Bankası’nın yüzde 7,6 tahminin üzerinde gerçekleşeceği kesin. Bırakın yüzde 5’lik hedefi, tahminlerin bile tutmadığı bir ortamda kur ve enflasyon beklentilerindeki artış eğilimi nasıl geri çevrilecek meçhul.

Merkez Bankası yönetiminin durumun vahametinin farkında olduğuna kuşkum yok. Ancak gereken tepkiyi veremiyor. Hadi diyelim ki yaz boz tahtası olmasın diye faiz artışı yapamadı. Ama en azından yapacağına dair geçen hafta güçlü bir mesaj verebilirdi. Bunun yerine sessiz sedasız daha yüksek olan günlük faizini kullanmaya başlayarak fonlama faizini yukarı çekmeye başladı. Salı akşamı itibarıyla piyasaya verdiği paranın ortalama maliyeti yüzde 8,72’ye yükselmişti. Çaktırmadan faiz yükseltmekle kaybedilen güven geri kazanılamaz.
Not: Bu yazı 2 Ekim 2014 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanmıştır

29 Eylül 2014 Pazartesi

Merkez Bankası direniyor ama yetmez

Para Politikası Kurulu (PPK), perşembe günü yaptığı aylık toplantısında hiçbir faiz oranını değiştirmedi.
Oysa, finans piyasasında PPK’nın yüzde 11,25 olan gecelik borç verme faizinde en azından 25 baz puanlık  indirime gideceğine dair beklentiler bir hayli yaygındı. Gerçi Merkez Bankası bankalara parayı esas olarak yüzde 8,25 olan politika faizinden (bir haftalık repo faizi) verdiğinden bu nispeten göstermelik bir indirim olacaktı ama yine de faiz indiriminde ısrar eden etkili siyasilere göz kırpılmış olacaktı.
Merkez Bankası yönetimi taviz vermeyerek doğrusunu yaptı. Tüm göstergeler para politikasında sınırlı bir gevşemeye dahi yer olmadığına işaret ediyorlar. Hatırlatmakta yarar var: Çekirdek enflasyon yüzde 9’un üzerinde direnç gösteriyor. Enflasyon beklentileri Merkez Bankası’nın yüzde 7,6 olan yıl sonu tahminini fazlasıyla aştı. Gösterge piyasa faizi (iki yıllık tahvilin faizi) yüzde 9’un üzerinde seyrederken Merkez Bankası’nın politika faizi yüzde 8,25’te duruyor. Türkiye risk primi (5 yıllık CDS primi) artmaya devam ederek 195 baz puana yükseldi. Sepet kur (0,5 dolar + 0,5 Avro) 2,57’ye çıktı.
Bu koşullarda PPK’nın para politikasında harhangi bir gevşeme sinyali vermesinin ters tepeceği aşikârdı; Türk Lirası’nda değer kaybı hizalanacak, enflayon beklentileri rayından çıkacaktı. Ama buna rağmen pek çok analist PPK’nın bir “jest” yapabileceğinden söz ediyordu. Bu vahim bir durum çünkü Merkez Bankası’nın para politikasını bağımısız bir şekilde yürüteceğine ve enflasyonu yüzde 5’e indireceğine dair piyasa inancının ne kadar zayıfladığını gösteriyor.
Bu zafiyete işaret eden tipik bir örneği paylaşmak isterim. PPK toplantısından hemen önce UniCredit Research’ten Carlos Diaz, yayınladığı yorumda, temel göstergeler itibarıyla PPK’nın neden faiz indirimine gitmeyeceğini ya da gitmemesi gerektiğini anlattıktan sonra şöyle diyordu: “Genel seçimler yaklaşırken, Merkez Bankası’nın faizleri indirmesine yönelik hükümet yetkililerinin baskıları yoğunlaşacaktır; yavaşlayan ekonominin seçim maliyeti taşınamayacak kadar yüksek olabilir.”
Benzer bir görüşü bu köşede sık sık dile getiriyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şubat ayından itibaren Merkez Bankası üzerinde alenen siyasal  baskı kurmasının, üstelik bu baskıyı temel ekonomi ilkeleri ile bağdaşmayan argümanlara dayandırmasının maliyeti yavaş yavaş ortaya çıkıyor. PPK’nın mayıs ve haziran aylarında politika faizinde yaptığı toplam 125 baz puanlık indirimi destekledim. Bu indirimlerin mantığı vardı. Ancak temmuz ayında 50 baz puanlık üçüncü bir indirim için marj yoktu. Böyle bir indirimi piyasalar bekliyordu çünkü cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası Merkez Bankası üzerindeki baskıyı ağırlaştırmıştı. Yanlış olacağını söyledim. Ama tutarsız gerekçelerle indirim yapıldı. Ogün bugündür döviz kuru yükselişte, yüzde 8’in biraz üzerinde olan piyasa faizi de yüzde 9’un üzerine çıktı. Bu yetmedi ağustosta gecelik borç verme faizi 75 baz puan indirildi. Gerçi bu indirimin para politikasının sıkılığı üzerinde fazla etkisi yoktu ama yine de banka kredi miktarının son iki aydır artmakta olduğunu, halen yılık artışın yüzde 20’yi geçtiğini, oysa Merkez Bankası’nın hedefinin bu artışı yüzde 15’te tutmak olduğunu hatırlatmak isterim.

Kanaatim odur ki, “faizleri yükselttiğin gibi indir” ültimatomları Merkez Bankası’nın kimyasını bozdu, ekonomik havayı da bulandırdı. Eğer Davutoğlu başbakan olurken tercihini Babacan’dan yana yapmasaydı emin olun ortalık iyice karışacaktı. Ancak Babacan çıpası yapılan tahribatı gidermeye yetmez. Merkez Bankası ve hükümet, enflasyon, kur ve büyüme konusunda nasıl bir görüşe sahip olduğunu açık biçimde ortaya koymalı ve gereğini yapmalı.
Not: Bu yazı 26 Eylül 2014 tarihli Zaman'da yayınlanmıştır

25 Eylül 2014 Perşembe

İşsizlikte büyük artış

Geçen hafta yayınlanan haziran dönemi işgücü istatistikleri işsizlikte yeni bir döneme girilmekte olduğunun işaretlerini verdi.
Mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranı mayıs döneminde yüzde 9,2’den 9,5’e sıçramıştı. Haziran döneminde ise yüzde 9,9’a ikinci bir sıçrama yaptı. Tarım dışı işsizlik oranlarında artış daha da yüksek: Nisan döneminde yüzde 11,1 olan oran mayıs döneminde 11,5’e, haziran döneminde de 12’ye tırmandı. Bu çarpıcı gelişmenin ana nedeni istihdamdaki gerileme. İki ayda tarım dışı istihdam 40 bin azaldı. Buna karşılık işgücü 189 bin arttı. Sonuçta iki ay içinde işsiz sayısı 2 milyon 546 binden 2 milyon 775 bine fırladı ve işsizler ordusuna 229 bin kişi daha eklenmiş oldu.
İşsizlikte iki ayda 0,9 puanlık artış ekonomik kriz dönemleri dışında alışıldık bir olgu değildir. İşgücü piyasasında yeni eğilimlerin ortaya çıkıp çıkmadığı, çıktıysa işsizliğin nereye varacağı, gidişatın muhtemel siyasal sonuçları irdelenmek durumundadır.
2013’ün birinci çeyreğinden 2014’ün birinci çeyreğine GSYH yüzde 4,6 oranında arttı. Türkiye ekonomisinin mevcut koşullarında oldukça yüksek sayılabilecek bu büyüme oranı tarım dışı sektörlerde makul olmayan ölçüde istihdam yarattı. Nitekim bu dönemde istihdam artışı 1 milyon 179 bin, artış oranı da yüzde 5,1 oldu. İstihdam artışı GSYH büyüme oranından daha yüksek oldu! Aynı dönemde işgücü de yüzde 5,4 oranında arttığından işsiz sayısı 196 bin arttı, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 10,8’den 11,1’e yükseldi.
Yüksek işgücü ve yüksek istihdam artışları bir arada düşünüldüğünde işsizliğin sınırlı ölçüde artması kuşkusuz olumlu bir gelişmeydi. İstihdam büyümesi ekonomik büyümeden daha yüksek olduğundan madalyonun diğer yüzünde emek verimliliğinin azalması var ama konumuz işsizlik olduğundan bu tatsız gelişmeyi geçelim. Bu yılın ikinci çeyreğinden itibaren işgücü piyasasında hava bozdu. Yukarıda da belirttiğim gibi işsiz sayısındaki iki aylık artış, öncesindeki bir yıllık artıştan daha yüksek.
Peki ne oldu? Gayet basit: Tarım dışı işgücünün yılık artış temposu son iki ayda yüzde 4,9. Bir miktar yavaşlama var ama işgücünde yüksek artış devam etmiş. Buna karşılılık tarım dışı istihdam azalmış. İnşaat sektöründe son iki ayda 100 bin, sanayide ise 40 bin istihdam kaybı var. Hizmetlerde 100 binlik istihdam artışı bu kayıpları telafi etmeye yetmiyor. İstihdamdaki bu gerileme bir ölçüde ikinci çeyrekte ekonominin küçülmesi ile açıklanabilir. Nitekim, ikinci çeyrekte GSYH yüzde 0,5 azaldı. Yıllık büyüme oranı da yüzde 4,7’den 2,1’e geriledi. İnşaatta büyük sorun yaşanmakta olduğunu istihdam kayıpları teyit ediyor. Sanayide ise büyümenin az da olsa devam etmesine rağmen istihdam kaybı, yüksek istihdam yaratan büyümenin sonuna geldiğimizin işareti olabilir.
Önümüzdeki dönemde büyümenin bir miktar yükselmesi bekleniyor. Ancak yüzde 3 civarında bir büyümeyle birlikte makul istihdam artışlarına dönüş olacaksa, işsizlik artmaya devam edecek demektir. Betam’ın işsizlik öncü göstergesi işsizliğin temmuz döneminde de artacağını öngörüyor. Bu koşullarda işgücü artışında yavaşlama kaçınılmaz olsa da işsizliğin önümüzdeki aylarda artmaya devam etmesi sürpriz olmayacak.

En geç haziran ayında yapılacak genel seçimlerde referandum çoğunluğunu elde etmeyi hedefleyen iktidar partisi, ki bu yüzde 50’nin üzerinde oy almayı gerektirir, son derece tatsız bir gelişmeyle karşı karşıya. İşsizliğin artmasına seyirci kalması düşünülemez. Ancak makroekonomik dengeleri bozmadan ekonomik büyümeyi  artırması da çok zor. Bakalım AKP iktidarı hızla artmaya başlayan işsizliğe ne tepki verecek?
Not: Bu yazı 23 Eylül 2014 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanmıştır

23 Eylül 2014 Salı

‘Allah, akıllı toplumları korur’

Geçen hafta perşembe günkü yazıma (“Büyümede sürpriz düşüş”) genç bir meslektaşımdan ilginç bir tepki aldım. Meslektaşım, yolladığı elektronik postada “Hocam neden sizin için sürpriz oldu ki, taksi şoförü size söylemişti.” diyor. Olayı hatırlatmak için de ocak ayında Today’s Zaman’da yayımlanan yazımı eklemiş.
17 Ocak tarihli yazımda Merkez Bankası’nın o tarihte alıp başını giden döviz kuruna karşı vermesi gereken tepkiyi tartışmışım. Yazıya giriş olarak da bindiğim bir taksinin beni tanıyan şoförü ile yaptığım sohbeti kullanmışım. Yazıyı tekrar okuduğumda, sohbetin o tarihteki güncel ekonomi tartışmasının ötesinde düşündürücü bir yanı olduğunu fark ettim.
Şoför arkadaş “Hocam ekonomi nasıl gidiyor?” diye sorunca ben de temkini elden bırakmayarak “Pek iyi değil.” yanıtını veriyorum. Şöför “Çok kötü gidiyor.” diye tepki gösteriyor. Neden böyle düşündüğünü sorunca da, yılbaşından beri cirosunun yüzde 40 azaldığını, siyasal kriz böyle giderse (yolsuzluk soruşturmalarının yarattığı gerilimi kastediyor) işin iç savaşa kadar gidebileceğini söylüyor. Doğal bir tepkiyle “Allah korusun!” diyorum. Şoför arkadaş gerçekten düşündürücü bir yanıt veriyor: “Hocam, Allah akıllı toplumları korur.”
Bu iddialı ifade Türkiye’nin yaşamakta olduğu bunalımı biraz yukarıdan bakarak tartışmak için vesile olabilir. Şoför arkadaş sadece kader ile özgür irade ilişkisinde ağırlığın insanın seçme özgürlüğünden yana olduğunu hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumun yaptığı özgür siyasal tercihlerden sorumlu olduğunu da ima ediyor. Biraz açarak söylersek, sorunlarının yeterince bilincinde olmayan, bunun sonucu olarak yanlış ya da kifayetsiz çözümleri savunan siyasetçileri iş başına getiren toplumların başlarının beladan kurtulamayacağını, bu konuda Allah’tan yardım beklemenin boşuna olduğunu ima ediyor şöför arkadaş.
Haddim olmayarak dış poltikadan başlayalım. Ortadoğu’da yapılan yanlış hesaplar Şam’dan döndü.  Esad kalıcı. Suriye’de iç savaşın daha uzun süre devam etmesi bekleniyor. Kucağımızda bulduğumuz 2 milyona yakın kalıcı mülteci ile nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz. Batılı müttefiklerimiz ile aramız giderek açılıyor. Wall Street Journal “ABD’nin Ankara’da müttefiki artık yok.” diye manşet atabiliyor. Bölgede oyun kurucu olacaktık, şimdi seyirci olduk. Temel anlaşmazlıklarda yapıcı rol oynama kabiliyetimizi yitirdik.
İç siyasette hükümet birinci önceliği “Paralel yapıyla mücadele”ye vermiş durumda. Bu uğurda polis teşkilatı hallaç pamuğu gibi atılıyor, siyasal mahkemeler kuruluyor, Anayasa’ya aykırılığı aşikâr yasalar çıkartılıyor. Beğenilmeyen yargı kararları yargı mensuplarını kıyasıya eleştirmenin vesilesi oluyor. HSYK’ya istenilen formatı vermek için havuç ve sopa politikası izleniyor. İkinci öncelik başkanlık sistemi. AKP ne pahasına olursa olsun genel seçimlerde referandum çoğunluğunu elde etmek istiyor. Bu saplantının altından ne gibi hukuksuzluklar çıkacak ileride göreceğiz. Tutunulacak tek dal barış süreci. Kürt sorununa kalıcı bir çözüm için gösterilen çabaları destekledim, desteklemeye devam ediyorum. Umarım AKP en azından bu sorunu çözmeyi başarır.
Ekonomiye gelince. Gidişat hiç parlak değil. Büyüme düşük, işsizlik artıyor. Faizlerle oynayarak büyümenin artmayacağı gerçeği şimdilik kabul edilmiş görünüyor. Bu iyi ama yapısal reformlar yapılamıyor. Bu yetmezmiş gibi devlet eliyle banka batırma teşebbüsü (Bank Asya olayı)  ve epeydir siyasal silah olarak kullanılan fazlasıyla gayretkeş vergi incelemeleri, yatırımcı güvenini sarsıyor.

Şoför arkadaşın dediği gibi akıllı olmak zorundayız.

2023 hedeflerini sorgulamak

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) temel propaganda malzemesi 2023 vizyonu.
Bu vizyonun siyasal hedeflerini tartışmak zor. Dilin kemiği olmadığı gibi “ileri demokrasi” gibi büyük iddiaların hesaba kitaba gelir tarafı yok.  Ama ekonomik hedefler öyle değil. Türkiye ekonomisinin temel özelliklerine vâkıfsanız, biraz hesap kitap yaparak 2023 ekonomi vizyonunun gerçekçi olup olmadığını kolayca sorgulayabilirsiniz.
2023 hedefleri üç yıl önce yüksek büyüme ortamında ortaya atılmıştı. O günden bu güne Türkiye ekonomisi beklenenden daha kötü bir büyüme performansı sergiledi.  Ama AKP ısrarla 2023’te GSYH’yı 2 trilyon dolara ulaştıracağını, bu sayede kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseleceğini, işsizlik oranını da yüzde 5’e düşüreceğini iddia ediyor.
GSYH, 2013 yılında 822 milyar dolardı. Bu yıl en iyi ihtimalle nominal olarak yüzde 12 artacak (yüzde 4 reel artış + yüzde 8 enflasyon). Nominal artıştan Türk Lirası’nın 2013 Haziran’ından 2014 Haziran’ına yüzde 10’luk değer kaybını bu artıştan çıkarmak gerekiyor. Demek ki bu yıl dolar cinsinden GSYH en iyi ihtimalle yüzde 2 artarak yuvarlak hesap 840 milyar dolara yükselecek. Bileşik büyüme hesabı GSYH’nın 2023’te 2 trilyon doları bulması için her yıl dolar cinsinden ortalama büyüme hızının yüzde 10 olması gerektiğini gösteriyor.
Türk Lirası’nın reel değerinin 2023’e kadar değişmeyeceğini kabul edersek, dolar cinsinden GSYH artışı reel büyüme oranı ile dolar enflasyonunun toplamına eşit olur. Merkez Bankası mevcut reel kurun yeterince rekabetçi olduğunu düşünüyor. Bu düşünceyi kabul edelim ve Türk Lirası’nın reel değerini koruyacağını (reel kur endeksi 110 civarında kalacak) kabul edelim. Yıllık dolar enflasyonunu yüzde 2 alırsak, reel kurun değişmeyeceği varsayımı altında bile reel GSYH artışının yıllık ortalamasının yüzde 8 olması gerekiyor. Bu artış hızı Türkiye ekonomisinin potansiyel büyümesinin fazlasıyla üzerinde. Türkiye ekonomisi son 2,5 yılda ortalama yüzde 3,5 civarında büyüdü. Bu dönemde verimlilik artışlarının büyümeye katkısı sıfır oldu.
“Peki senin 2023 tahminlerin nedir?” diye sorabilirsiniz. Baz senaryomu özetleyeyim: Zor ekonomik reformların yapılabileceğini sanmıyorum. Kayırmacılıktan ve hukuk dışı uyglamalardan vazgeçilirse yatırım ortamı bir miktar iyileşir, orta verimlilik artışı da 1 yüzde puan civarında olabilir. Bu koşullarda GSYH gelecek 9 yılda ortalama yüzde 4 civarında büyüyebilir. Dolar enflasyonu için yıllık yüzde 2 artış ekleyebiliriz. Dolar cinsinden ortalama GSYH artışı yüzde 6 eder. Bu tempoyla GSYH 2023’te 1,4 trilyona, kişi başına gelir de 16 bin dolara çıkar. Eğer, AKP ekonomide köklü reformlar yaparak verimlilik artışını 2 yüzde puana çıkartabilirse, GSYH 9 yılda 1,5 trilyon dolara, kişi başına gelir de 18 bin dolara ulaşabilir. Yapılabileceğinin en iyisi bundan ibarettir.

İşsizliğe gelince. Ortalama yüzde 4 reel büyüme ve ortalama 1 yüzde puanlık verimlilik artışı çerçevesinde istihdamın ortalama yüzde 2,5 artacağını tahmin edebiliriz. Bu artışın nispeten yüksek bir büyüme-istihdam esnekliği (yüzde 62) varsaydığını not edelim. Daha yüksek verimlilik artışları sayesinde reel büyüme yüzde 5’e yükselse bile istihdam artışının değişmeyeceğini belirteyim. Yüzde 2,5’lik istihdam artışı ancak işgücü artışını karşılar. Bu durumda 2023’te Türkiye işgücü piyasasında toplam istihdamı 32,6 milyon, toplam işgücünü 35,8 milyon, işsizilk oranını da  yaklaşık yüzde 9 olarak hesaplıyorum. Mevsim etkilerinden arındırılmış işsizilk oranı mayıs döneminde yüzde 9,5’e yükselmişti. Açıkça görülüyor ki, bırakın yüzde 5’i, işsizliği yüzde 8’e indirmek için bile daha yüksek büyüme şart.

11 Eylül 2014 Perşembe

Büyümede sürpriz düşüş

Zaman’da yazmaya başlayalı düşük büyümeden çok söz ettim. Betam olarak 2. çeyrek büyümesini yüzde 3,1 olarak tahmin ettiğimizi de biliyorsunuz. Oysa, dün açıklanan büyüme rakamı sadece Betam’ınkini değil tüm tahminleri alt etti; TÜİK 2. çeyrekte GSYH büyüme oranını yüzde 2,1 olarak açıkladı. Birinci çeyrekte büyüme yüzde 4,3 olarak gerçekleşmişti. Ortaya çıkan büyük düşüşün nedeni çeyrekten çeyreğe Türkiye ekonomisinin yüzde 0,5 daralması.
    Büyümedeki gidişatı mevsim etkilerinden arındırılmış çeyrekten çeyreğe gelişmeler gayet iyi açıklıyor. Tüm göstergeler kırmızıda: Özel tüketim yüzde 0,4, özel yatırımlar yüzde 0,7, kamu yüzde 3,3, mal ve hizmet ihracatı yüzde 0,7 düşmüş. Bir süredir azalmakta olan ithalat ise yüzde 1,3 artmış. Böylelikle net ihracatın büyümeye katkısı da negatife dönmüş durumda.
    Bundan sonra büyüme ne olur? Doğrusu milyarlarca dolarlık zor bir soru. 3. çeyrekte büyümenin bir miktar yükseleceğine dair kimi göstergeler yok değil. Sanayi üretim endeksi temmuzda önceki aya kıyasla yüzde 1,8 arttı. Ara malı ithalatı da artışta. Son aylarda düşen kredi faizlerinin iç talebi bir ölçüde canlandırmakta olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık dolar güçlenirken Euro’nun zayıflaması, aynı zamanda da Ortadoğu’ya ihracatımız düşerken Avrupa ekonomisinin durgunluk belirtileri göstermeye başlaması hayra alamet değil. 2. çeyrekte Euro Bölgesi’nde büyüme yüzde 0 oldu. Avrupa’da büyüme oranları aşağıya doğru revize ediliyor.
    Bu ortamda iç talepte sınırlı bir canlanma ile birlikte büyüme hızının bir miktar yükselmesi mümkün görünüyor. İlk çeyrekte özel tüketim ve yatırımda daralma daha yüksekti. Kamu kesimi de bu sınırlı canlanmaya ölçülü bir destek verebilir. 2. çeyrekte sürpriz çok ama bence en büyük sürpriz kamu kesiminin yüzde 3,3 küçülmesi oldu. İlk çeyrekte kamunun büyümeye katkısı yüzde 1,4 olmuştu. Bir süre önce bu köşede bütçe performansının zayıflamakta olduğunu savunmuştum. Anlaşılan hükümet de bu tehlikenin farkında olarak 2. çeyrekte frene fena halde basmış. Bundan böyle freni bir miktar gevşetebilir. Bunun için bütçe yeterli manevra alanına sahip.
    Ancak büyüme bir miktar yükselse bile bu yıl için hedeflenen yüzde 4’lük büyümenin yakalanması mevcut koşullarda bir hayli zor görünüyor. Düşen büyümeye bağlı olarak işsizlik artmaya başladı. Mayıs döneminde (nisan-mayıs-haziran) mevsim etkilerinden arındırılmış genel işsizlik oranı yüzde 9,2’den 9,5’e, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,1’den 11,4’e yükseldi. Önümüzdeki pazartesi haziran dönemi işsizlik rakamları açıklanacak. Öncü göstergeler işsizliğin artmaya devam edeceğine işaret ediyor.
    Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı ilk kez ekonomide kalıcı bir bozulma ile karşı karşıya. Bu, kriz çıkacak anlamına gelmiyor. Mevcut para ve maliye politikaları buna izin vermez. Tabii eğer sürdürürlerse... Ancak yüksek enflasyon-düşük büyüme durumu ile yeni hükümetin nasıl baş edeceği açık değil. Tekrarlamaktan usandım ama yine hatırlatmak zorundayım. Esaslı yapısal reformlar yapılmadan yüksek enflasyon-düşük büyümenin deli gömleğinden kurtulmak mümkün değil. Seçimlere en fazla 8 ay kaldı. AKP ve cumhurbaşkanı Erdoğan, başkanlık sistemine geçebilmek için mutlaka referandum çoğunluğunu (330+milletvekili) elde etmek istiyor. Bunun için AKP’ye yüzde 50’nin üzerinde oy lazım. Bu ekonomik gidişle yakalanması çok zor bir hedef.

    Bu koşullarda küllenmiş görünen iç talebi ne pahasına olursa olsun canlandırma tutkusunun yeniden depreşmesi pekâlâ mümkün. Yakında faiz tartışması geri dönerse şaşırmayın. Ekonomik gidişat aynı zamanda CHP için de fırsat doğuruyor. Tabii tutarlı ve inandırıcı bir ekonomik muhalefet ortaya koyabilirse.
(Bu yazı 11 Ağustos 2014'te Zaman'da yayınlanmıştır)

8 Eylül 2014 Pazartesi

hükümet programında büyüme ve işsizlik

Türkiye ekonomisi halen büyük bir sorunla karşı karşıya. Enflasyon fazlasıyla yüksek, büyüme ise düşük. Perşembe günkü yazımda enflasyonla mücadeleye öncelik vereceğini söyleyen Davutoğlu hükümetini yüzde 10’a yaklaşan enflasyonu yüzde 5’e düşürmek konusunda fazla ikna edici bulmadığımı belirtmiştim. Mali disiplinin sürdürülmesi enflasyonun alıp başını gitmesine engel olabilir ama düşürmeye yetmez. Bunun için kur istikrarı, kur istikrarı için de yüksek verimlilik artışları, yüksek verimlik artışları için de esaslı yapısal reformlar şart. Bu reformlar büyüme hızını yükseltmek için de gerekli.
2012 yılından itibaren uygulanmaya başlanan ‘dengeli büyüme’ stratejisini başından beri destekledim. Bu strateji özetle iç talebin dizginlenmesini, buna karşılık ihracatın ithalattan daha hızlı artması sağlanarak yüzde 10 gibi rekor düzeye çıkan cari açık/GSYH oranının aşağıya çekilmesi şeklinde tanımlanıyor. Orta Vadeli Program’a göre salt iç talebe dayalı yüzde 8’i aşan büyüme dengeleme politikaları ile yüzde 4’e düşürülecek, ardından da Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme kapasitesi olarak kabul edilen yüzde 5 patikasına oturtulacaktı.
Bu amaçla para politikasında, kredi arzında ve bütçede bir dizi önlemler alındı. Bununla birlikte, büyümenin hem dengeli hem de istenilen düzeyde seyretmesi için bu önlemlerin yanı sıra pek çok alanda kapsamlı reformlar gerekiyordu. Bu reformlar OVP’de etraflı şekilde tanımlanmıştı. Peki sonuçta ne oldu? Kredi artışı düşürüldü, TL’ye kontrollü şekilde değer kaybettirildi. Bu sayede iç talep kontrol altına girdi, ihracat ithalattan daha hızlı artmaya, cari açık oranı da düşmeye başladı. Ancak reformlar yapılmadı. Sonuçta büyüme yüzde 3-4 arasında kaldı. Halen yüzde 5’lik dengeli büyümenin oldukça uzağındayız.
Düşük büyüme ile son dönemde artışa geçen işsizliği hükümet programının vaat ettiği gibi on yılda yüzde 5’e düşürmek imkansız gibi. Bu gidişle işsizliği yüzde 10’un altında tutmak bile başarı sayılmalıdır. Yüksek işsizlikle mücadele bir yandan daha yüksek büyüme (hiç olmazsa yüzde 4’ün üzeri) diğer yandan da kayıtlı işgücü piyasasındaki mevcut katılıkların ortadan kaldırılmasını gerektiriyor.
Hükümet programı rakamsal büyüme hedefleri konusunda hayli ketum. Yeni büyüme hedeflerini ekim ayında OVP yayınlandığında göreceğiz. Buna karşılık ekonomide nelerin değişmesi gerektiği konusunda program oldukça net: Yurtiçi tasarrufları, işgücü ve enerji verimliliğini artıracağız deniliyor. Bu amaçla, üretimde verimliliğin artırılması, işgücü piyasasının etkinleştirilmesi, kayıt dışı ekonominin azaltılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi programlarından söz ediliyor. Bu programların içerikleri ile ilgili kapsamlı bilgi yok ama bazı ilke ve vaatler var.
Büyümenin kalıcı bir şekilde yüzde 5 civarına yükseltilmesi, bir yandan iç tasarrufların artmasına, diğer yandan verimlilik artışlarına bağlı. Kamu tasarrufları belli bir sınıra geldi. Hanehalkı tasarrufları nasıl artırılacak? Özel emeklilik birikimlerine verilmeye başlanan kamu destekleri yetmez. Reel mevduat faizinin 0 civarında olduğu, buna karşılık konut fiyatlarının arttığı bir ortamda tasarruflar artar mı? Ya firma tasarrufları? Bu konuda tek bir satır yok.

Programda, “işi değil insanı koruma” ilkesi çerçevesinde işgücü piyasasında “güvenceli esnekliğin” sağlanacağı, kayıtdışılığı azaltmak için denetimlerin etkinleştirileceği aynı zamanda da sigorta primi teşviklerinin artırılacağı vaat ediliyor. Hiç bir itirazım yok. Ama işgücü piyasasının anahtar reformu Kıdem Tazminatı Fonu’nun nasıl rafa kaldırıldığını yakından bilen birisi olarak bu vaatlerin sözde kalmasını doğrusu çok muhtemel görüyorum. Umarım yanılırım. 

3 Eylül 2014 Çarşamba

Hükümet programında ekonomi: Vaatler ve gerçekler

Başbakan Davutoğlu, tercihini Ali Babacan’dan ve mevcut ekonomi politikalarından yana yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan nasıl ikna edildi bilmiyorum. Son yazımda kapanmış gözüken ekonomi tartışmasının büyüme ve işsizlikteki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündeme gelebileceğini belirtmiştim. Şimdilik bu ikazla yetinelim.
Ekonomide anlaştılar
 “Güçlü ekonomi” bölümünün girişinde, “Ekonomide fırsat eşitliği ve adaleti sağlayarak hiç kimseye imtiyaz veya ayrıcalık tanımadık... Yolsuzluklarla mücadelede güçlü bir irade gösterdik. Hiçbir yolsuzluğun üzerinin örtülmemesi, her türlü iddianın hassasiyetle incelenmesi, bu konulardaki yargı süreçlerinin sağlıklı olarak çalışabilmesi için yoğun bir gayret ortaya koyduk.” deniliyor. Bu fazlasıyla ironik ifadelerle ilgili ne denilebilir? Bundan sonra inşallah böyle olur deyip geçelim.
    Program Merkez Bankası bağımsızlığının, enflasyon hedeflemesinin ve esnek kur rejiminin devam edeceğini ilan ediyor. Hiçbir itirazım yok. Ancak Türkiye ekonomisi halen iki temel sorunla, yüksek enflasyon ve düşük büyüme ile karşı karşıya.
    Ağustosta enflasyon yüzde 9,5’e yükseldi. Her ne kadar gıda fiyatlarında yüzde 15’e varan artış bu yükselişte önemli bir paya sahip olsa da, çekirdek enflasyonda devam eden yatay seyir enflasyonun büyük ölçüde katılaştığını gösteriyor. Program “Önümüzdeki dönemde enflasyonla mücadeleye daha fazla yoğunlaşacağız.” diyor ama nasıl yüzde 5’e yaklaşılacağını somut olarak açıklamıyor.
    Katılaşan enflasyonun belini kırmak için düşük bütçe açıklarının devam etmesi şart ama yetmez. Program mali disiplinden taviz yok diyor, hatta “Sıfır tabanlı bütçelemenin uygulanması için idari kapasiteyi geliştireceğiz.” vaadinde bulunuyor. Bunu takip edeceğiz. Bununla birlikte, “Kamu harcamaları etkinlik ve verimlilik temelinde gerçekleştirilecek, şeffaf ve hesap verilebilirlik esas olacaktır.” iddiası Sayıştay raporlarının köşe bucak saklandığı bir ortamda havada kalıyor.
    Enflasyonun hedefe yaklaştırılabilmesi için mali disiplinin yanı sıra kurda istikrarın devam etmesi ve kurun fazla yükselmemesi gerekiyor. Oysa yüksek enflasyon reel kuru hızla aşındırıyor. Ayrıca FED’den beklenen faiz artışlarının da göğüslenebilmesi gerekecek. Merkez Bankası, zamanı geldiğinde faiz artışı yapabilecek mi göreceğiz.
    Enflasyonla mücadelenin esas silahı yüksek verimlilik artışları. Oysa, son iki yıldır emek verimliliğinin büyümeye katkısı sıfır oldu. (Bkz Betam: ‘Türkiye uzun yıllar orta gelir tuzağından kurtulamayabilir’). Verimlilik artışı ile büyümeyi yükseltmek, vergi sisteminde, işgücü, enerji ve ürün piyasalarında bir dizi yapısal reformun gerçekleşmesine bağlı. Programda “Hükümetimiz verimlilik artışının ve sanayileşmenin hızlandırılması gerektiğinin farkındadır.” deniliyor ve reformlar vaat ediliyor. Ne ki, söz konusu reformların geçmişte tüm programlarda yer aldığını ama bir türlü yapılamadıklarını biliyoruz. 2015 seçimlerinden önce yapılabileceklerini de doğrusu hiç sanmıyorum.
    Yapısal reformların dışında verimlik konusunda program Ar-Ge harcamalarının büyük ölçüde artırılacağını söylüyor. Bu doğru bir politika ancak özel firmaların teknolojik atılımlara hazır olması gerekir. Bunun için de işgücünün eğitim düzeyi ile firmaların ölçeklerinin hızla artırılması şart. Programda buna dair dişe dokunur bir şey göremedim. İşgücünün eğitim düzeyi ve kalitesi düşük. Kapsamlı bir eğitim reformu şart. Gerçi program “kapsamlı eğitim reformundan” söz ediyor ama müfredat değişimi dışında ne  kaliteli eğitimin anahtarı olan öğretmen kalitesinden ne de yükseköğretimde akademik ve mali özerkliği hayata geçirecek bir reformdan bahis var.

    Pazar günü büyüme ve işsizlikle devam edeceğim.
(Bu yazı 4 Ağustos 2014'de Zaman'da yayınlanmıştır)

1 Eylül 2014 Pazartesi

Dengeli büyüme politikalarına devam

Başbakan Ahmet Davudoğlu hükümeti Cuma günü belli oldu. Ekonomik çevreler Ali Babacan’ın ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı koltuğunu korumasını bekliyorlardı, öyle oldu.
AKP iktidarı dramatik bir seçim yaptı. Ekonomide faizlerle oynayarak iç talebi canlandırma macerasını göze alamadı. ‘Dengeli büyümenin’ gerektirdiği para, maliye ve kur politikaları devam edecek.
    Babacan’ın yerini koruyacağının en somut işareti çarşamba günün toplanan Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun temel faizi olan bir hatalık repo faizini yüzde 8,25’te sabit tutması kararıydı. 50 baz puanlık üçüncü faiz indiriminin makro ekonomik temellerle uyuşmadığını savunarak karşı çıkmıştım. Dördüncü bir faiz indirimi mevcut koşullarda ekonomide maceranın başladığı anlamına gelecekti. Her ne kadar kurul faiz koridorunun üst sınırını aşağıya çektiyse de bu indirimin kredi faizleri üzerinde dikkate değer bir etki oluşturması beklenmemeli.
    Kurul para politikasında mevcut sıkılığı devam ettirme kararını şöyle savunuyor: “Sıkı para politikası duruşunun ve alınan makroihtiyati önlemlerin etkisiyle kredi büyüme hızları makul düzeylerde seyretmektedir. Bu gelişmelerle uyumlu olarak yurt içi özel kesim nihai talebi ılımlı bir eğilim sergilemektedir... Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlar yakından izlenecek ve enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş sürdürülecektir.”
    Bu özetle şu demektir: Kredi hacmindeki makul artışın desteklediği ılımlı iç talep artışı ‘dengeli büyüme’ ile uyumludur. Enflasyon beklentileri itibarıyla negatif reel faize izin verilmeyecek ve kur istikrarına özen gösterilecektir. Ta ki yüzde 9’larda seyreden enflasyonda belirgin ve kalıcı bir düşüş ortaya çıkana kadar. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek yerlerini koruduklarına göre sıkı para politikasının tamamlayıcısı olan mali disiplinin sürdürülmesini bekleyebiliriz. Bu da bütçe açığında görülen artış eğiliminin devam etmesine izin verilmeyeceği anlamına gelir.
    Israrla faizlerde radikal indirim talep eden eski başbakan günümüzün cumhurbaşkanı sayın Erdoğan nasıl ikna edildi bilmiyorum. Büyük olasılıkla Babacan ile ekonomi konusunda anlaştığı söylenen Davutoğlu, ekonomide maceracı denemelerin çok riskli olacağını, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimalinin yüksek olduğunu anlatmayı başardılar.
    Cuma günü açıklanan dış ticaret rakamları mevsim etkilerinden arındırılmış ihracat artışının (yüzde 8), Irak’a yapılan ihracatın yarı yarıya düşmesine rağmen Avrupa pazarı sayesinde devam ettiğini, buna karşılık ithalat artışının yüzde 0,4’te kaldığını gösterdi. Net ihracat büyümeye katkı yapmaya devam ediyor ve cari açık düşüyor. Bu çok önemli bir kazanım. İç talepte ‘ılımlı’ büyüme de devam ediyor gibi duruyor ama giderek zayıfladığına dair de göstergeler mevcut. Örneğin ithalatta görülen duraksama.

    Ancak son tahlilde büyümenin yüzde 4’ün altında seyrettiğine dair geniş bir görüş birliği var. Babacan’ın da bu görüşte olduğunu açıklamalarından biliyoruz. Sorun şu ki bu büyüme temposu işsizliği olumsuz etkilemeye başladı. Mayıs dönemi işsizlik verisi mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranının yüzde 9,2’den 9,5’e yükseldiğini gösterdi. Bu artış devam ederse, ki mevcut büyüme temposunda devam etmesi çok muhtemeldir, AKP’nin yegane hedefi olarak ilan edilen referandum çoğunluğunu (330+ miletvekili) elde etme ihtimali azalacaktır. Bu durumda dümeni elden bırakmaya hiç niyetli olmayan cumhurbaşkanı ekonomi politikaları konusunda şimdilik kapanmış gözüken defteri yeniden açması sürpriz olmaz.
(Bu yazı 31 Ağustos pazar günü Zaman'da yayınlanmıştır)

28 Ağustos 2014 Perşembe

Konutta balon yok arz fazlası var

Salı günü basının en gözde ekonomi haberi konut satışlarındaki düşüştü.TÜİK’in açıkladığı istatistiklere göre konut satışları geçen yıla kıyasla ilk yarıda yüzde 10, temmuz ayında ise yüzde 20 civarında düşmüş. Bu veri çoktandır kamuoyunda tedavülde olan “konut balonu” söylentisini (aslında söylencesini demek daha doğru olur) yeniden ateşledi. Son iki yıldır yerli yabancı kim benimle ekonominin gidişatı üzerine röportaj yapsa mutlaka “Konut balonu var mı, ne zaman patlayacak?” sorusunu hiç atlamadı.
    Benim yanıtım hep “sanmıyorum” oldu. Ama doğrusu konuyu da etraflı bir şekilde araştırmadığımı itiraf etmeliyim. Balon olmadığı, yurtdışında mortgage (ipotekli kredi) krizinden bildiklerimi Türkiye konut piyasasından edindiğim izlenimlerle harmanlayarak verdiğim bir yanıttı. Geçenlerde kent ekonomisi üzerine uzmanlaşmış, ayrıca biyografisinde 2005’ten bu yana gayrimenkul değerleme sektöründe yönetici olarak çalıştığı belirtilen Dr. Ahmet Büyükduman yeni çıkan kitabını yolladı: “Bir kent efsanesi, Konut Balonu” (Scala Yayıncılık).
        Kitap ilk bölümünde Kent ekonomisinin temel kavramları ile konut piyasasının ekonomik işleyişini teorik olarak inceliyor. Meraklısı için tavsiye ederim. Kitabın konumuzu ilgilendiren kısmı ise İstanbul’da konut piyasasının evrimini inceleyen ikinci bölüm.
    Yazarın en büyük katkısı Hürriyet’in satılık ve kiralık konut ilanlarından 25 yıllık fiyat ve kira verisi üretmiş olması. Bu veriler enflasyon, inşaat maliyeti, faiz gibi diğer verilerle beraber incelendiğinde İstanbul’un konut piyasasının evrim hikayesi belirginleşiyor. Bu hikaye sanırım ekonomik patlama yaşayan büyük küçük diğer kentlerimize de teşmil edilebilir.
    Hikayenin konut piyasası kısmı şöyle özetlenebilir: 1988-2000 döneminde enflasyondan arındırılmış (reel) konut gösterge fiyatı yatay seyrediyor. 2001 krizi ile birlikte bir miktar düşüyor sonra 2008’e kadar hızla artarak iki katına çıkıyor. Bizi pek teğet geçmeyen küresel krizle birlikte biraz geriliyor ardından 2013 yılına kadar yüzde 10’un biraz üzerinde artıyor.
    Balon iddiasına gelince. Varlık balonu kavramı şöyle bir süreci tanımlar: Düşen faizler ve gevşeyen kredi koşulları konut talebini kamçılar. Talep arttıkça fiyatlar artar. Artan fiyatlar kredi çekip konut satın almayı cazip kılar (spekülatif davranış). Bu süreç bir süre gider ve sonunda ortaya büyük bir fiyat balonu çıkar. Balon eninde sonunda patlar ve fiyatlar tepetaklak olur. Alınan krediler geri ödenemez hale gelir. Kriz banka sistemine sıçrar. 2008-2009 yıllarında ABD, İrlanda, İspanya gibi ülkelerde yaşanan budur.
    Oysa bizim kriz ertesi konut fiyat artışı böyle bir gelişmeye işaret etmiyor. Belki önceki dönemde (2003-2007) balondan söz edilebilir. Bu dönemde İstanbul’da konut fiyatı iki katına çıkarken konut arzı da (Yapı Ruhsatı endeksi 7 kat artmıştır). Ancak bu dönemin sonunda balon patlaması olmamıştır çünkü fiyatta düşüş yüzde 14 ile sınırlı kalmıştır. Bunun en önemli nedeni konut fiyatlarındaki artışın, Büyükduman’ın gösterdiği gibi, inşaat maliyetlerinden değil arsa fiyatlarındaki müthiş artıştan (arsa rantı) kaynaklanmış olmasıdır.
    Son döneme gelince. İlk 6 aylar itibariyle 2012-2014 dönemini Türkiye genelinde incelediğimizde karşımıza çıkan manzara şudur: Yıllık konut nominal fiyat artışı yüzde 12 civarındadır (TCMB). Reel artış yüzde 3-4 demektir. Yapı ruhsatı alan özel kesim daire sayısı artışları ise sırasıyla yüzde 13 ve yüzde 35’tir (TÜİK). Bu rakamlara bakınca ben bir balon değil arz fazlası görüyorum.

    Bu şu anlama gelir: Önümüzdeki dönemde inşaat sektöründe bir düzeltme kaçınılmazdır; inşaatlar önemli ölçüde yavaşlar, reel fiyatlar da sınırlı ölçüde geriler. Büyüme için kötü haberdir.

26 Ağustos 2014 Salı

Financing difficulties arise for new airport

Last year the new İstanbul airport project was launched with great pomp by Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan. This mega airport -- expected to have the capacity to serve 150 million passengers a year by 2040 -- is scheduled to replace the overcrowded İstanbul Atatürk Airport by 2019.

İstanbul new airport model
The first stage of the project has a benchmark of serving 90 million passengers a year, almost doubling the capacity of İstanbul Atatürk Airport. The winning consortium of Cengiz-Kolin-Limak-Mapa-Kalyon, a joint venture of Turkish companies close to the Justice and Development Party (AKP), won the tender for a build-operate-transfer (BOT) project, promising to pay a total of 26 billion euros (including VAT) to the Treasury over the course of 25 years. Hence, the rent to be paid by the consortium will be 1.05 billion euros per year.

The investment cost for the first stage has been estimated at 7.5 billion euros, a lot of money for a private consortium.

The winners of the tender, the competition for which was very high, were quite confident about the international financing behind the mega project insofar as they were also quite confident about the profitability of the new airport and the ability to reach the target number of passengers. Nihat Özdemir, CEO of Limak, had stated it would be possible to find a loan of 6 billion euros over 16 years with a grace period of 4 years.

It now appears this objective was too good to be true. The financing difficulties of the mega project first came to the public's attention when the AKP government decided to give Treasury guarantees to bank loans for big infrastructural projects. Business circles imagined, quite naturally, that something might go wrong with the financing for the new airport. Then, recently, we read in the media that the finance package would, in the end, be serviced by a consortium of domestic and public banks, with Ziraat Bankası taking the lead.

In fact, these developments did not surprise me. I said as much in this column over a year ago (“Fate of mega airport depends on growth,” June 28, 2013), expressing my doubts about the profitability of the mega project considered along with the annual amount to be paid by the consortium to the Treasury, the cost of investment and the target number of passengers.

Basically, the profitability of the new airport depends on gross domestic product (GDP) growth over the next 25 years. According to a Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM) analysis, there will be no problem paying back the loans or making the Treasury installments as long as the Turkish economy succeeds at growing at a rate of 5 percent for the next seven years, then at 4 percent until 2030, and, finally, at 2 percent until 2043, which are the indicated potential growth rates -- though comprehensive economic reforms are required in order to make the Turkish economy more competitive and more efficient.

However, this is actually not the case. The current growth rate is below 4 percent. So, BETAM also analyzed the economics of the new airport under a second growth scenario that I consider more realistic. In this second scenario, the growth rates are estimated at 4 percent, 3 percent and 1.5 percent, respectively. Given these GDP growth rates, the forecasted number of passengers hardly reaches 70 million in 2019 and a capacity of 120 million would be fully utilized only in the 2040s. In this growth scenario, the estimated operating profits would fall far short of the loan repayments and the Treasury installments. It is here, I believe, that the source of the financial difficulties lies.

Might potential international creditors have made a similar analysis? They probably have.