26 Aralık 2012 Çarşamba

Merkez Bankası’nın ‘üstüne vazife olmayan işleri’


Şu sıralar merkez bankalarının görevleri ile ilgili hararetli bir tartışma başlamış bulunuyor. Bizde bu tartışma iki yıl önce, TCMB’nin yeni para politikasını devreye sokmasıyla başladı. Kimi zaman alevlendi kimi zaman küllendi, ama hiç bitmedi. Bu arada FED bombayı patlattı. ABD’de işsizlik yüzde 6,5’e düşünceye kadar (şu sıralar yüzde 8 civarında) sıfır faiz politikasını enflasyon kalıcı olarak yüzde 2,5’in üzerine çıkmadıkça sürdüreceğini ilan etti. Ortalık çalkalanıyor. Neyse, FED’i bir yana bırakıp kendi işimize bakalım.

2010 sonbaharında Türkiye ekonomisi ilginç bir hal almıştı. Ekonomi 2009’un 2.çeyreğinden itibaren krizden çıkmış ve hızla büyümeye başlamıştı. 2010 sonbaharında tamamen iç talebe dayalı bu büyüme yüzde 8’i aşmış, cari açık rekor düzeylere çıkmış, Türk lirası da aşırı değerlenme yolunda ilerlemeye başlamıştı. Hükümet yüksek büyümeden haliyle çok memnundu. Patlayan ithalatın getirdiği ek vergilerle rahatlayan bütçe sayesinde bu ek gelirleri harcayarak ekonomiye ilave gaz veriyordu. Hızla gelişen makro dengesizliklerin vahim bir kazayla sonuçlanacağını gören Merkez Bankası devreye girmek zorunda kaldı.

Merkez Bankası’na geçer not

Kredi genişlemesini yavaşlatmak, Türk lirasına bir miktar değer kaybettirmek ve cari açığı azaltmak gerekiyordu. Ekonomide birden fazla amaç güdülünce en az bir o kadar da araç kullanmak zorunluluğu vardır. Bizim Merkez Bankası da yeni araçlar geliştirdi. Para piyasası günlük faizleri için bir koridor oluşturarak para politikasına esneklik kazandırdı. Amaç bilinçli belirsizlik yaratarak sıcak parayı dizginlemekti. Ayrıca çılgın kredi artışını durdurmak için BDDK’dan yardım alındı. 2012’de bu araçlara yenileri katıldı. Rezerv Opsiyonu adı altında yeni bir araçla döviz piyasasında arz ve talep fazlalarını Merkez Bankası devreye girmeden dengeleme yoluna gitti.

Peki başarılı oldu mu? Bana göre büyük ölçüde oldu. Türk Lirası tekrar rekabetçi düzeye geldi, büyümeyi net ihracat sürükler oldu ve cari açığın GSYH’ya oranı yüzde 10’dan yüzde 7’nin altına geriledi. Kur 2012’de oldukça istikrarlı seyretti. Enflasyon 2011’de yüzde 5’lik hedeften çok uzaklaşarak yüzde 10’a tırmandı ama 2012’yi yüzde 6,5 civarında bitirmesi bekleniyor. Tek sorun aşırı düşen büyüme oldu. Hükümet yüzde 4 bekliyordu, büyük olasılıkla yüzde 3’ün altında olacak. Düşük büyüme işsizliğin yönünü yukarıya çevirdi.

Aynen devam

Bundan sonra ne olacak? Dünkü sunumunda Başkan Başçı bu çok amaçlı çok araçlı para politikası çerçevesini devam ettireceklerini söyledi. Riskli kredi artışlarını kontrol etmek için gerekirse devreye kaldıraç oranlarını (kaç para ile kaç paralık kredi yaratılıyor)  sınırlayan  yeni bir araç daha devreye sokulacak: TCMB esas görevi olan enflasyonda iddialı. Yüzde 5’lik hedefe oldukça yaklaşılacağını söylüyor. Bu arada TL’nin aşırı değerlenmesine ya da aşırı değer kaybına göz yumulmayacağı açıkça bertiliyor. Erdem Başçı’nın verdiği açık ipuçlarından reel kurun şu sıralar denge değeri civarında görüldüğü anlaşılıyor. Bu da nominal kurda kontrollü ve sınırlı bir yükselmeye izin verilecek demektir.

Benim hatırladığım kadarıyla dün ilk kez bir TCMB başkanının büyüme rakamı telaffuz ettiğine tanık olduk. Başçı 2013’te büyümenin yüzde 4’ün üzerinde beklendiğinden söz etti. Bu elbette hedef değil ama büyümenin niteliği konusuna girmesi Merkez Bankası’nın çaktırmadan büyümeye kafa yormaya başladığını gösteriyor. Başçı “net ihracatın büyüme katkısı devam edecek ama buna iç talepten de katkı gelecek” dedi. Benim 2013 tahminlerim gelecek hafta.


24 Aralık 2012 Pazartesi

‘Confusing' policies of the Turkish Central Bank

Two years ago the Central Bank of Turkey adopted a new monetary policy framework to cope with multiple problems.


Governor Erdem Başçı
In the aftermath of the global economic crisis, the Turkish economy experienced a very strong recovery. The growth rate reached more than 9 percent in 2010 fueled by an astonishing loan expansion that reached a 40 percent year-on-year increase. This expansion provoked a very high domestic demand, which in turn produced a huge current account deficit (CAD), while the Turkish lira was appreciating dangerously under the pressure of the flow of hot money. Admittedly, the Turkish economy truck was going at full speed towards the wall and something had to be done.
At this difficult time, the central bank emerged as the unique savior, since the government was very happy with the growth performance. It was the central bank that took on the responsibility of tackling the worsening imbalances. The problem was that one of the rules of thumb in economics is that for each specific goal you must use one specific tool. Certainly, as the central bank, besides its unique mission of securing price stability, it wanted to cool the soaring loan expansion and to address the increasing CAD, preventing the hot money flows. It had to use an innovative tool like the “daily interest rate corridor” and a rather old one, the reserve requirements.
The adoption of this new monetary policy framework immediately raised a hot debate among both local and foreign economists. Some of them criticized the new policy, asserting that it was confusing and inefficient. Others supported it, like Joseph Stiglitz, who suggested that the Turkish Central Bank be nominated for the Nobel Prize. The public at large has not been interested in this debate, not surprisingly. Now, the public should be aware that the performance of the Turkish economy in the near future will depend on the lessons the central bank and the government took from this experience.
Refet Gürkaynak, a bright Turkish economist from Bilkent University, who also worked as a research fellow at the US Federal Reserve (the Fed), discussed this “moving period” at the Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM) seminars last Thursday. Gürkaynak says first of all, that the central bank was obliged to move because the government was fueling the economy by increasing public expenditures. In 2011, the government pursued its expansionary fiscal policy albeit the budget deficit was decreasing due to a rapid increase in customs revenues. That reduced budget deficit opportunity was indeed a direct consequence of increased imports widening the CAD and not the result of a tight fiscal policy.
So, the central bank increased the reserve requirements in order to cool the credit expansion and created a new tool, namely the “interest rate corridor,” to produce a discrete uncertainty about money market interest rates in order to discourage speculative capital flows (the famous carry trade). The reserve requirement tool did not work since it put pressure on the deposits rather than on the credits; banks found other financial resources. The Banking Regulation and Supervision Agency (BDDK) has been obliged to intervene, albeit late, increasing the reserve requirements for credits. Credit expansion eased and the yearly increase declined up to 15 percent. Gürkaynak suggests that this prerogative has to be given to the central bank, rather than the BDDK. I agree.
The implementation of the interest rate corridor also helped. The flow of hot money almost stopped and the Turkish lira depreciated by approximately 20 percent. The new monetary policy produced the expected results to some extent: the CAD decreased from 10 percent to less than 7 percent but growth was down to 3 percent, much lower than expected, and inflation went beyond its target of 5 percent. Gürkaynak thinks that this adverse side effect is dangerous for the credibility of the central bank. Indeed, their credibility is crucial for the success of the inflation targeting plan. He also points out the adverse effect on investments coming from the uncertainty regarding interest rates, since this uncertainty is valid not only for hot money but also for other investors.
I agree with Gürkaynak that the new monetary framework has been a second best policy. In other words, it has been a necessity but not an optimal policy. For the future we need better coordination between monetary and fiscal policy, including structural reforms. The ball is in the government's court.
Note: These issues will be discussed by a panel organized by BETAM tomorrow, Wednesday, at 2.30 pm at Bahçeşehir University featuring the participation of Central Bank Chief Economist Hakan Kara, Asaf S. Akat from Bilkent Universty, Cevedt Akçay, chief economist of Yapı Kredi Bank and Murat Üçer from Global Source Partners.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Turkish schools abroad: a global phenomenon

Two weeks ago, I was in northern Iraq, the region controlled by the Kurdistan Regional Government (KRG), with my colleagues from Zaman.


We had a very informative exchange of views with KRG personalities about the collaboration between Ankara and Arbil on the exploration of natural resources (see my article “Kurdish oil: a strategic shift,” Dec. 14, 2012). During our stay we had also the opportunity to visit Fethullah Gülen-inspired Turkish schools to meet some of the managers as well as teachers.
This was my third visit to these schools. Years ago I visited those of South Africa, and Bosnia and Herzegovina. A very similar story is found in each case. A handful of volunteers arrive in difficult times and succeed in tearing out required authorizations in an atmosphere of suspicion. They move on to build their first school with the support of donations coming from the faithful of some Anatolian city. After the first school proves its high performance in educating students and once the local authorities are reassured that there is no obscure political or ideological aim behind the institution, the way is opened wide for enlarging the school's presence.
Erbil Işık Koleji öğrencileri
In Iraq the saga began in 1994 with 74 students in Arbil at a time when an armed confrontation between Kurds and then-Iraqi President Saddam Hussein raged on, isolating the country's north. The second school opened in Sulaimaniya, but beyond that the number remained limited to four till 2004. After the fall of Saddam, an explosion occurred. According to Talip Büyük, general director of the Fezalar Education Company, there are now 30 Turkish schools in Iraq, 18 of which were established in northern Iraq and 12 in the territories controlled by Baghdad. As many as 12,000 students are enrolled in these schools. Naturally, the question comes to mind: How many of these schools are there worldwide? I asked the question to Celal Uşak, a board member of the Journalists and Writers Foundation (GYV). Uşak estimates that there are about 1,000 in approximately 150 countries, employing 10,000 teachers from Turkey. No doubt that we are facing an astonishing global phenomenon whose long-term implications are difficult to predict from where we stand.
This phenomenon has been puzzling me for a long time. How do these schools work? What are the keys items behind their success? What are the mission and limits of this global phenomenon? I cannot claim to be able to fully answer these questions, only to give some personal perspectives. The educational system is quite similar to foreign schools established in Turkey during Ottoman times. Mathematics and scientific courses are in English, taught by Turkish teachers, while social courses are in the countries' native languages, handled by local teachers. English and Turkish language education is very important. For example, in Iraqi schools there are 16 hours of English and 12 hours of Turkish per week. We met by coincidence in an Arbil mall a Kurdish student, Berhevan, who actually teaches English in the Mosul school. We were impressed by Berhevan's fluent Turkish.
The performance of the graduates in university entry exams is undisputable. Last year Selahaddin Eyyubi, one such school in Sulaimaniya, had seven of their students in the top 10 KRG baccalaureate students. I asked Ali Çavdar, a math teacher and the vice president of the committee responsible for educational matters, to account for this success. The key word is “a dynamic educational process” for staff, Çavdar said, some kind of learning-by-doing program for the educators themselves. Workshops are regularly organized for the teachers, aiming to improve their skills. Mr. Çavdar told me that a laboratory workshop was going on right now in which university professors of physics, chemistry and biology from Turkey were showing experiments to the young Turkish teachers. He told me also that the experienced teachers regularly show the beginners teaching methods.
The entry into schools requires high performance on entry exams for students even though there are school fees. Last year, in the Arbil school, 5,000 students applied for 400 places. I have to note that the fees are quite affordable for the middle class. Turkish teachers receive salaries similar to the salaries of local teachers, which makes the Turkish schools very attractive vis-à-vis their competitors when comparisons are made on price to quality. Once the startup cost is financed from Turkey, the schools are able to produce sufficient income to finance new ones.
Obviously, the fundamental factor behind the success of Turkish schools is the spirit of the mission of the people who belong to the faith-based social movement which supports the schools. What is this mission? I am not able to answer this question, but nothing I have seen indicates it is Islamization.

19 Aralık 2012 Çarşamba

İşsizlikte artış belirginleşiyor


Eylül dönemi işgücü istatistikleri işsizliğin yönünü düşüşten artışa çevirdiğini açıkça ortaya koydu. İki ay önce bu köşede düşen büyümenin işsizliğe yansımasının ilk işaretlerinin belirmeye başladığını yazmıştım (“İşsizlikte dönüm noktası”, 17  Ekim). Son rakamlar bu öngörüyü doğruladı.

TÜİK verileri mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranının Ağustos döneminden Eylül dönemine yüzde 9,2’den 9,4’e yükseldiğini gösteriyor. Bahçeşihir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (Betam) tahminine göre de tarım dışı işsizlik oranı aynı dönemde yüzde 11,4’den 11,8’e yükselmiş bulunuyor (Betam İşgücü Piyasası Görünüm (IPG) Aralık 2012). Ayrıca yıllık değişim olarak baktığımızda krizden bu yana ilk kez işsiz sayısında artış gerçekleşmiş bulunuyor. Geçen yılın Eylül dönemine kıyasla işsiz sayısı 140 bin kişi artarak yaklaşık 2 milyon 360 binden 2 milyon 500 bine yükseldi.

Artış devam edecek

            Düşen büyümeye paralel olarak işsizliğin beklendiği gibi artmaya başladığına şüphe yok. İşsizlik artmaya devam edecek mi? Bir kere önümüzdeki aylarda düşen büyümenin momentumuyla işsizliğin doğal olarak artmaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Biliyorsunuz 3. çeyrekte yıllık büyüme oranı yüzde 1,6’da kaldı. Son çeyrekte bir miktar canlanma bekleniyor ama  bu sinirli canlanma işsizliği yeniden düşüşe geçirmek için yeterli olmayacaktır.

            Esas sorun büyümenin geleceği. Hükümet gelecek yıl için büyümeyi yüzde 4 olarak öngörüyor. OECD’nin son tahminleri de bu yönde. Büyümenin alacağı şekli geçen hafta tartışmıştık (“OECD’nin hüzün verici iyimserliği”). Bu iç talebe dayalı, dolayısıyla da uzun sürmeyecek bir büyüme olacak. Bu tartışmayı bir yana bırakalım ve yüzde 4 civarında bir büyümenin işsizliği azaltıp azaltamayacağına bakalım.


İstihdamı kamu sırtlıyor

            Betam sektörler itibariyle istihdamdaki değişimleri mevsim ve takvim eteksinden arandırarak tahmin ediyor. Bu sayede TÜİK’in tahmin ettiği toplam istihdamdaki eğilimin arka planını izleyebiliyoruz. Betam’ın tahminlerine göre (IPG Aralık 2012) sanayi istihdamı bu sektördeki durgunluğa paralel olarak yatay seyrediyor. Keza tarımda da istihdam bir süredir yatay seyirde. Orta vadede azalması kaçınılmaz. Buna karşılık hizmetlerde muazzam istihdam artışı var. Hizmet istihdamı aydan aya muntazam artıyor. Son bir yılda artış 657 bin.

            Bu olağanüstü yüksek artışı ayrıntılarına baktığımızda beş alt kesimin öne çıktığını görüyoruz: Eğitim, sağlık, İdare, Savunma  ve güvenlik hizmetleri. Bu alt kesimlerin ilk dördündeki istihdam artışları büyük ölçüde kumunun yarattığı istihdama bağlı. Öğretmen ve sağlık personeli sayısının artırılması sadece işsizlik açısından değil uzun dönemde büyüme açısından da olumlu. İdare ve savunmaya daha ayrıntılı bakmak lazım. Burada önemli olan hizmet sektörünün, özellikle de Devletin istihdamı daha ne kadar sırtlamaya devam edebileceği. 2013 bütçesi oldukça sıkı tutulmuş durumda. Personel sayısını çok fazla artırmaya müsait değil. Ayrıca yüzde 4’lük büyümenin, yıllık ortalama artışı 550 bin civarında olan tarım dışı işgücünü karşılayacak kadar istihdam yaratması pek mümkün değil. Kriz ertesi dönemde 1 puanlık büyüme hizmetlerdeki yüksek istihdam artışları sayesinde tarım dışında yaklaşık 0,6 puanlık istihdam artışı sağlıyor. Bu hesapla yüzde 4 büyüme tarım dışı istihdamı ancak yüzde 2,6 oranında artırabilir. Bu hesapla istihdam artışı 500 bini bulmuyor. 

Sonuç olarak önümüzdeki dönemde Hükümet işsizlik artışı ile bütçe disiplininden taviz arasında zor bir tercih yapmakla karşı karşıya kalabilir.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Kurdistan oil: a strategic shift

The oil and natural gas fields of northern Iraq controlled by the Kurdistan Regional Government (KRG) could be the next battlefield of the Middle East.


Divan Hotel at Irbil
Even if that does not turn out to be the case, and I think a military clash is not very likely, these fields will definitely be the main factor reshaping the strategic relations of Turkey with the Middle East. I came to northern Iraq last week for a three-day visit upon an invitation from Arbil's Işık University to join a conference on the Turkish economy. With my colleagues from Zaman, we had the opportunity to hold very informative meetings with a number of eminent personalities from the KRG, including Sinan Çelebi, the minister of trade and industry, and Sefin Dizai, a government spokesman.
Arbil gives the impression of being a city with a dual nature: Skyscrapers, luxury hotels and wealthy malls form the Arbil arising from oil revenue, while the old bazaar, with its poor shops and dilapidated houses, is the traditional Arbil that received a flow of Kurdish villagers from the 4,500 villages that were destroyed during the war. Oil production is limited to 300,000 barrel per day for the moment; two-thirds of this is exported to Turkey by truck. Minister Çelebi told me that potential production is estimated to be 1 million barrels per day. Iraq possesses the largest oil reserves in the world, and a sizeable amount of them are in Kurdistan. Energy experts estimate that the Kirkuk region alone has 7 percent of the world oil reserves. It is therefore not very difficult to understand why Kirkuk is so disputed between Arbil and Baghdad. Mr. Çelebi told me that natural gas reserves, not yet exploited, can satisfy the consumption of Turkey (over 40 billion cubic meters per year) for 300 years to come and
that he considers northern Iraq a natural part of Anatolia.
All this energy wealth has to be exported through pipelines across Turkey, which has a common frontier with the KRG. According to The Washington Post (Dec. 11), Turkey is negotiating “a massive deal in which a new Turkish company, backed by the government, is proposing to drill for oil … and build pipelines.” The KRG recently signed contracts with energy giants such as ExxonMobil, Gazprom and others. The KRG officials we met in Arbil asserted that the strategic rapprochement with Turkey is the only way to secure the KRG's autonomy and welfare. A high-ranking Turkish official told us that “if Turkey loses this opportunity, it will go down in history.”
Indeed, Turkey, which had only a few years ago considered the Kurdish autonomous region in Iraq a major threat to its unity, now sees it as a strategic partner, and with good reason. Iraq this year became Turkey's top trade partner, taking over the spot from Germany. Turkish exports are expected to reach $12 billon in 2012. I had been curious about the share of Kurdistan in these exports for some time now, as there are no separate statistics. I posed this question to Trade and Industry Minister Çelebi. According to him, more than 90 percent of the KRG's imports come from Turkey, and probably 20-30 percent of the Turkish goods are then resold in southern Iraq.
The northern Iraqi market obviously presents huge potential for Turkey, eager to increase its exports in order to sustain its high external deficit and to fuel its economic growth. Minister Çelebi said that, six to seven years ago, the KRG budget has been limited to $150 million, import duties being the sole source. Nowadays, budget revenues have reached $10-12 billion. Per capita income, which was about $300, has now reached somewhere between $4,000-5,000. If all the oil and gas deals are carried to fruition and the black gold starts to flow freely through the pipelines, these figures will easily multiply threefold over the next couple of years.
The Turkish-Kurdish courtship is of course not welcomed by everyone. First of all, the principal protagonist, Baghdad, is furious about this strategic rapprochement. Baghdad knows that if the north of the country is economically integrated into the Turkish economy, the way to an independent Kurdistan will be wide open. Iran also worries about the intensifying links between Turks and Kurds. But it can still include Shiite southern Iraq in its zone of influence. Washington is also worried about the Turkish-Kurdish courtship. Victoria Nuland, the US Department of State spokeswoman, declared two days ago that the US strongly opposes any Turkey-KRG oil deal as long as there is no green light from Baghdad.
These reactions are quite understandable. What is remarkable is the strategic shift exhibited by Turkey regarding the KRG. A quasi-independent Kurdish state bordering Turkey's Kurdish region is no longer considered a threat but as a historic opportunity. If Turkey can find a political solution to its Kurdish problem, I believe a new era will begin in the Middle East.

11 Aralık 2012 Salı

Büyümede soğuk duş


Merakla beklenen 3. çeyrek büyüme rakamları Pazartesi günü açıklandı. Tam anlamıyla soğuk bir duş aldık. Bu köşenin okurları büyüme konusunda pek iyimser olmadığımı biliyorlar. Ama bu kadarını beklemediğimi itiraf etmeliyim. Büyüme temposunun yüzde 3 civarında olduğunu defaten yazdım. Betam olarak 2. çeyrekten 3. çeyreğe büyümeyi yüzde 0,7, buna bağlı olarak da yıllık büyümeyi yüzde 2,8 bekliyorduk. Çeyreklik büyüme yüzde 0,2, yıllık büyüme de yüzde 1,6 geldi.

Bu yıl büyümenin yüzde 2,5 civarında kalacağı anlaşılıyor. Daha da düşük olabilir. Son çeyreğin ilk öncü göstergesi olan Ekim sanayi üretimi iyi çıkmadı. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış üretim Eylüle kıyasla yüzde 0,9 oranında azaldı. Dayanıklı tüketim malı ve yatırım malı endeksleri Mayıs’tan beri düşüş eğiliminde. Dün açıklanan Ekim cari açık verileri de ihracat artışında yavaşlama sinyalleri veriyor. Mevsim etkisinden arındırılmış ihracat Eylülden Ekime sadece yüzde 0,7 artmış. Kasım ve Aralık’ta durum nedir henüz bilmiyoruz ama 4. çeyreğin de büyüme açısından pek parlak geçmeyeceğini tahmin ediyorum.

İyi haber cari açık

Geçen yılın Orta Vadeli Programında (OVP), bu yıl için yüzde 4 büyüme tahmin edilmişti. Bu yılın programında büyüme yüzde 3,2’ye revize edildi. Yüzde 3-4 arası bir büyümeyi ekonomi yönetimi “yumuşak iniş” olarak kabullenmişti. Büyümenin yüzde 2,5 civarına gerilemesi pek kolay hazmedilmeyecektir. Bu arada iyi haber cari açığın hızla düşüyor olması. 3. çeyrekte cari açığın GSYH’ya oranı yüzde 7,2 geriledi. Geçen yılın sonunda bu oranın yüzde !0’u geçtiğini  hatırlatırım. Ekimde dış ticaret açığı 5,5 milyara cari açık da 2 milyarın biraz altına geriledi. 4. çeyrekte cari açık oranının yüzde 7’nin bir hayli altına gerileyeceğini tahmin edebiliriz.

Dengeleme süreci devam ediyor. Ama karşılığında büyüme beklenenin çok altına düşmüş durumda. İnişin yumuşak olmadığı kesin. Bu köşede sık sık “tatlı sert” inişten söz etmiştim ama inişin nispeten sert olacağı anlaşılıyor. Hükümet için büyük baş ağrısı sert inişin neden olacağı  işsizlik olacak. İki dönemdir işsizliğin yönünü yakarıya çevirdiğini savunuyorum. Pazartesi TÜİK Eylül dönemi işgücü istatistiklerini açıklayacak. İşsizlikte eğilim değişikliğini daha iyi göreceğimizi tahmin ediyorum.

Sıkı bütçe gevşek para

Bundan sonra ne olacak? Aslında iki soru var. Bir, ekonomi yönetimi ne tepki verecek? İki, hane halkları ve firmalar ne yapacaklar? 2013 bütçesi oldukça sıkı bir maliye politikasına tekabül ediyor. Ayrıntılara baktığımızda vergi gelir artışları tüketime ve ithalata dayandırılmış durumda. Demek ki iç talebin ve buna bağlı olarak da ithalatın canlanması bekleniyor. Gider artışları da gelir artışlarına uydurulmuş. Bütçe açığının göreli olarak az da olsa azalması söz konusu. Hükümet seçim ekonomisi uygulamayacağım diyor. Merkez Bankası para politikasını zaten gevşetti. Bir miktar daha gevşetebilir. Bu politika karmasının 2013 büyümesi için yeterli olacağı düşünülüyor.

Ama tam böyle olmayabilir. Hane halkları 2011’de hızla borçlandılar. 2012’de para ve kredi sıkıldı, şimdi gevşetiliyor. Ne ki hane halklarının borçlanma iştahı kaçmış olabilir. Yatırım iştahı da sorun olabilir. Sanayi de kapasite kullanım oranı krizden bu yana en düşük seviyesinde. Yarımların canlanması gelecek yılın ikinci yarısını bulabilir. Uzun lafı kısası 2013 kritik bir yıl olacak. Tartışacak daha çok vaktimiz olacak.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Debt crisis as seen from Greece

Last Friday I tried to explain in this column that the “dark period” for Greece is not over yet. A third deal between Greece and the Troika has been finally agreed, but it is not certain whether the manageability of the huge Greek debt will be secured even if the terms of the agreement are fully fulfilled.


If all targets are reached, Greece's debt-to-gross-domestic-product (GDP) ratio will only be down to 120 percent by 2020.This “success” would only be in the Sisyphean tasks -- in reference to Greek mythological hero Sisyphus, who was punished by being compelled to roll an immense boulder up a hill only to watch it roll back down, and to repeat this action forever -- asked of Greeks by foreign lenders, plus for decent growth. Since the beginning of the crisis, I have argued that either Greece should exit the eurozone or its European creditors should accept a great “haircut”, a euphemism used by finance people to stigmatize a forgiven debt. Let me point out that banks holding Greek sovereign debt have already accepted a haircut worth more than 50 percent of what they are owed. The haircut needed now directly concerns the European Stability Fund because the International Monetary Fund (IMF) is not allowed to forgive any debt on its own.
Some European Union members -- particularly German Chancellor Angela Merkel -- refused until recently any possibility of a haircut, afraid of the reaction of her tax-paying electorate. However, it seems that Merkel is changing her mind. A few days ago she said in an interview with Bild am Sonntag that they could consider forgiving more Greek debt after 2014 if Athens' financial situation improves. “If Greece can once again get by without taking on new debt, then we must look at and assess the situation. That won't be the case before 2014/15 if everything goes according to plan,” she told the paper. So, the “Iron Chancellor” envisages easing Greece's debt burden once the German elections, to be held in September of 2013, are over.
The question is whether the Greeks can hold out that long. Nick Malkoutzis, a well-known columnist of the Greek daily Kathimerini, explained recently how Sisyphus has made at least halfway. Malkoutzis wrote: “It should be about acknowledging that some of the key weaknesses that were so publicly aired at the start of the crisis: public spending, wage costs and a current account imbalance have now largely been corrected. It should also be about recognizing that this, possibly the world's most dramatic fiscal adjustment, has come at a huge cost, one that cannot be borne indefinitely.”
Indeed, according to recent figures, the Greek current account balance saw 775 million euros of surplus in September. Greek deficit was more than 20 billion euros a year before the crisis struck. It is true that this surplus was reached with the collapse of domestic demand and not through a spectacular increase of the exports, but the effort is obvious anyhow. According Malkoutzis, “the Finance Ministry confirmed another primary surplus [budget surplus excluding interest payments], of 930 million euros, in October.” All of these achievements have been made in the context of an ominous economy where there has been a 3.6 percent reduction in disposable income, a 15.1 percent drop in compensation, a 9.5 percent reduction in welfare benefits and a 37.3 percent increase in taxes within a year.
Malkoutzis says that it would be worth considering “which of the EU governments would survive, which of their electorates would tolerate and which of their countries would be able to absorb the impact of such an abrupt adjustment. Greece has paid and is continuing to pay for its grave mistakes but we have reached the point where its partners must realize that they hold the key to the country being able to make a fresh start. The fiscal consolidation and the structural reforms [those already carried out and many more still to come] will count for nothing if there is no convincing deal on Greek sustainability.”
Admittedly, Sisyphus needs a hand from its European partners. But this hand has a sizable cost in terms of income transfers for taxpayers, except those belonging to members that have already signed stabilization programs with Brussels. The fundamental problem in the eurozone is actually to what extent the “wealthy” taxpayers of the north will be accept such income transfers to European citizens of the south. In other words, what is the acceptable cost to pay to avoid a disorderly Greek default?  A haircut for Greece must happen sooner or later, but probably also for some other heavily indebted countries. But what will be the political costs to the decision-makers of these haircuts? I believe no one knows the answer.

5 Aralık 2012 Çarşamba

OECD’nin hüzün verici iyimserliği


Geçen hafta OECD Türkiye ekonomisinin 2013 ve 2014 yıllarında muhtemel gidişatına yönelik tahminlerini yayınladı. Bu tahminler kritik öneme sahip. OECD halen yüzde 3 düzeyine gerileyen büyümenin güç kazanacağını öngörüyor. Ancak bu güçlenmenin yeniden iç talepteki canlanma sayesinde olmasını bekliyor. Kritik nokta burada. Son bir yıldır ihracata dayalı büyümenin (ihracat ithalattan daha hızlı artmasıyla net ihracatın büyümeye katkısının pozitife dönmesini kast ediyorum) yeniden iç talebe dayalı büyümeye geri dönüşü söz konusu.

            OECD bu yıl yüzde 2,9 olarak tahmin ettiği büyümenin 2013’te yüzde 4,1’e, 2014’te de yüzde 5,2’ye yükselmesini bekliyor. Büyümenin motorunu, bu yıl az da olsa gerilemesi beklenen özel tüketimin gelecek yıl yüzde 3,3, ardından da 4,4 oranında artması ile bu yıl yüzde 2,3 oranında gerilemesi beklenen özel yatırımların sırasıyla yüzde 4,1 ve 7,8  oranında artması oluşturuyor. OECD ihracatta yüzde 5,9 ve 6,8 büyüme öngörürken ithalatta yüzde 5,5 ve 5,8 büyüme söz konusu. Buna rağmen net ihracatın büyüme katkısı sırasıyla eksi 0,2 ve eksi 0,1 çıkıyor. Cari açığın GSYH’ya oranı da yüzde 7,2’den 2013’te yüzde 7,3 ardından da yüzde 7,5’e yükseliyor.

Dengelemenin sonu

            OECD’nin orta vadeli senaryosunu makul ama aynı zamanda da hüzün verici bulduğumu söylemeliyim. Gevşetilen para politikası  faizleri aşağıya çekti. Kredi faizlerinin daha da düşmesi muhtemeldir. OECD mali disiplinin devam ettirileceğini varsayıyor. Umarım öyle olur. Bu gelişmelerin konut ve dayanıklı tüketim malı talebini canlandırması beklenir. Bu durumda büyümenin güçlenmesi doğaldır. Ama hangi büyümenin?

            OECD’nin orta vadeli senaryosu, geçen yılın 3. çeyreğinde başlayan ve halen devam ettiği anlaşılan ekonomiye soğutarak dengeleme sürecinin son bulmasını, diğer ifadeyle dış açığı risksiz bir düzeye indirerek büyümeyi daha dengeli ve sürdürülebilir kılma çabalarının yarı yolda terk edilmesi anlamına geliyor. Ama bu senaryo gerçekleştiği takdirde kısa sürede ani sermaye çıkışlarının tetikleyeceği bir kur şokunun ve bu şokun neden olacağı bir durgunluğun ille de yaşanacağı anlamına gelmiyor. Sonuç olarak cari açıkta öngörülen artış oldukça sınırlı. Yine de yüzde 7’nin üzerinde demirleyen ve yükselme eğilimi gösteren bir dış açığın kırılganlığı artıracağı kesin. Bu durumda Moody’s’in not artışı konusunda “bekle gör” yaklaşımı haklı çıkacaktır. Fitch’in ise acul davrandığı söylenecektir.

Köşeye sıkışan ekonomi

            Bu manzara bana Türkiye ekonomisinin köşeye sıkışmışlığını pek güzel tarif ediyor gibi geliyor. Dış açığı küçülterek büyümeyi makul bir düzeyde tutmayı beceremiyoruz. Büyüme sosyal dengeleri tehdit edecek, özellikle de işsizliği artıracak kadar gerilediğinde daha dengeli bir büyümeye geçiş çabalarını terk etmek ve yeniden iç talebi desteklemek zorunda kalıyoruz. Bu durumda da cari açık arzulanan düzeye düşemeden artışa geçiyor. Bu sıkışmışlıktan çıkışın tek yolu sanayinin rekabet gücünü ve genel olarak verimliliği artıracak çok yönlü yapısal reformları bir an önce yapmak. Bu konuyu sık sık dile getirmekten yoruldum ama elimden başka bir şey de gelmiyor.

            Büyümeyi iç talebi canlandırarak güçlendirme stratejisi Hükümet’in hiç kuşkusuz arzuladığı bir senaryo. Mart 2014’den itibaren peş peşe üç seçim yaşanacak. Böyle bir döneme girerken düşük büyüme ve yükselen işsizlik siyasal hesapları alt üst edebilir. Ak Parti iktidarının gerekli ekonomiyi dengeleyerek uzun soluklu bir büyüme rejimini adım adım inşa etmek yerine zorlu dönemi alıştığımız yöntemlerle geçiştirmeye çalışması anlaşılır bir şey. Hepsi bu.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Greece's ‘dark period' not over yet

The third agreement between the Troika (European Commission-European Central Bank-International Monetary Fund [IMF]) and Greece was signed this week. The first one goes back to 2010, and the second one to a year ago. Both of them failed. Will the third work? As soon as the agreement was signed, Greek Prime Minister Antonis Samaras declared that the “dark period for Greece is over.” Unfortunately, I am not as optimistic as Mr. Samaras, and I think that the “dark period” for Greeks will continue for a long time.


When the second agreement was signed, I wrote for this column an article titled “Sisyphus and the Danaids” (March 4, 2012) in which I compared the Greeks to King Sisyphus and the Danaids to the Europeans. Sisyphus was punished by Zeus -- for many crimes -- to roll an immense boulder up a hill. Every time he was about to reach the top, however, the massive stone would roll back down, forcing him to begin again. The Danaids were the daughters of King Danaus, who were also condemned by Zeus -- for killing their husbands -- and sentenced to fill a leaky barrel for eternity. The punishments for Sisyphus and the Danaids are well known metaphors for useless efforts and unending frustration.
So, what has changed with the third agreement? Except for some details regarding the time spent for the planned stabilization and a limited debt structuring, almost nothing regarding the fundamentals of the problem. The Troika decided to disburse 44 billion euros in December, and the remaining amounts -- up to 100 billion euros -- will be disbursed under strict conditions. Greece committed to implementing radical tax reform in January, to firing thousands of additional public employees, privatizing public companies worth 50 billion euros and making its economy more market friendly. For its part, the Troika will lower the interest rates on official loans by 100 basic points (bps), postpone interest payment for 10 years as well as fiscal targets from 2014 to 2016, and asked Greece to buy back a limited part of its undervalued debt from the market.
Finally, it has given Greece much more time to stabilize its debt, which will reach two times its gross domestic product (GDP) by 2016, and only then start to decrease if the country can produce a budget surplus after interest payments of 4.5 percent of GDP and, above all, to realize sizable growth in the next decade. If all these targets are reached, its debt ratio will be back to 120 percent in 2020! I am not the only economist who thinks this is a Sisyphean task. Daniel Hanson wrote in The Wall Street Journal (Nov. 22) that “Greece's only option is default” given the state of Greek society.
Let me quote Hanson's description: “No stable consumer base exists to drive consumption demand, exports have fallen sharply and investment growth has been negative for more than five years. Investors would be foolish to bet on earning returns from Greece any time in the near future.” Let me add that recent statistics point out that this year only 20,000 homes have been constructed, while this number was 100,000 in 2007. Hanson notes that, according to the Greek Ministry of Health, the suicide rate was 40 percent higher in 2011 than in 2010, while the unemployment rate reached 25 percent, youth unemployment stands at 50 percent, and they are on an increasing path. Hanson believes (and I agree with him) that “stable governance and peaceful elections are not guaranteed, and so long as social conditions continue to deteriorate, political protests will grow larger and more violent.” Recent polls claim that the electoral support for the neo-Nazi party climbed from 7 percent to 12 percent, while support for the leftist partners of the coalition government continues to vanish.
From the beginning of the Greek debt crisis, I argued that there is no solution to the crisis but the exit of Greece from the eurozone in order to restore competitiveness and pave the way for growth through high devaluation while imposing severe fiscal discipline. As part of this option, large debt relief should be considered as the price to pay for mitigating the Greek threat to the eurozone. Recently, the IMF defended the second part of this option, a radical “hair cut,” in official Greek debt to make it sustainable. But the Germans refused, being afraid of the reaction of their taxpayers. I spent a few days this week in Berlin. Some influential German journalists I met with there were unanimous: Chancellor Angela Merkel cannot consider this option till the next elections, to be held in September 2013.
However, Moody's Investors Service said on Thursday that even with the agreed upon measures, “Greece's debt load remains unsustainable and the chance of a default high.” Admittedly, the Danaids will be continuing to try to fill up the leaky barrel.

30 Kasım 2012 Cuma

Türkiye’nin Avrupa’daki yeri


Son on gün içinde Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini konu alan iki toplantıya katıldım. İlki TÜSİAD tarafından kurulmuş olan ve Fransız ve Türkiyeli aydınlar ile politikacıları bir araya getiren Boğaziçi Enstitüsü’nün İstanbul’daki yıllık toplantısı, ikincisi de Galatasaray Üniversitesi’nin Türkiyeli AB uzmanı akademisyenleri bir araya getiren bir semineriydi.

Boğaziçi Enstitüsü’nün toplantısında benim açımdan en dikkat çekici konuşmayı Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün direktörü Thierry de Montbrial yaptı. Montbrial AB’nin büyük bir yönetişim sorunu ile karşı karşıya olduğunu ve dağılma riskinin küçümsenmemesi gerektiğini söyledi. Montbrial’e göre AB siyasal nedenlerle çok hızlı genişledi ve derinleşme ihtiyacını göz ardı etti. Yaşamakta olduğu kriz her şeyden önce kurumsal bir kriz. Bu krizi aşabilmesinin yolu da yeniden yapılanmadan geçiyor. Bu yapılanmanın temel özelliği “farklılaşmış” bir Birlik olmak zorunda. Merkezde homojen bir “demir çekirdek” etrafında da bu merkeze esnek bir şekilde bağlanan diğer üyeler. Montbrial bu üyelerin arasında Türkiye’nin de yeri olduğunu özellikle vurguladı. Tamamen katılıyorum.

Özgüven patlaması

Ancak Türkiye’nin AB’de yerini alabilmesi için müzakerelerin devam etmesi ve başarıyla sonlandırılması gerekiyor. Oysa, hiç de kolay olmayacak. Müzakerelerin önünde başlıca üç engel var. İlki önemli ölçüde psikolojik: Anlaşılmaz bir şekilde aşırı bir özgüven girdabına kapılmış durumdayız. Galatasaray Üniversitesi’nin seminerinde en çok dile getirilen iki ifadeden biri “özgüven patlaması”. ikincisi de AB ile Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığı idi.

AB krizle boğuşurken Türkiye’nin yakın geçmişte büyüme rekorları kırması bu özgüven patlamasını besliyor olabilir. Oysa, AB’nin ihracatımızdaki payı yüzde 38’e gerilemiş olsa da Avrupa bizim için bir numaralı pazar olmaya devam ediyor. Çok övündüğümüz büyüme ise yüzde 3’e düşmüş durumda. Buna rağmen cari açık oranı ancak yüzde 7’ye indi. Bu yüksek açığı finanse etmek için Avrupa’dan gelecek doğrudan yatırımlara hayati ihtiyaç var. Bu noktada Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin dörtte üçünü AB ülkelerinin sağladığını hatırlatmak isterim. Öte yandan, genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi Stefan Füle’nin geçenlerde vurguladığı gibi AB’nin de Türkiye gibi bölgesinde güç haline gelen dinamik bir ülkeye ihtiyacı var. Kısacası daha mütevazı olmakta yarar var. Bu bağlamda Babacan’ın geçen hafta Türkiye için AB üyeliğinin ne kadar önemli olduğunu dair yaptığı kuvvetli vurguyu hararetle destekliyorum.

Kıbrıs çıkmazı

Zamanlama açısından ikinci engel Kıbrıs çıkmazı. Bu sorun çözüm yoluna girmeden müzakerelerin düzenli devam etmesi olanaksız. GSÜ’nün seminerinde  Mensur Akgün umut verici bir perspektif sundu. 2013 başında Kıbrıs Rum kesiminde başkanlık seçimleri var. Tüm kamuoyu yoklamaları muhalefet lideri Nikos Anastasiadis’in kazanacağını gösteriyor. Akgün’e göre bu kaçırılmaması gereken bir fırsat çünkü Anastasiadis Hristofyas’a göre hem daha fazla siyasal cesarete sahip hem de anlaşmaya daha fazla istekli.

Bu ilk iki engel aşılsa bile uzun vadede üçüncü bir engeli daha dikkate almak zorundayız. 2004 Aralık Zirvesi’nde “müzakerelerin ucunun açık olduğu”, diğer ifadeyle müzakereler başarıyla sonuçlansa bile üyeliğin garanti olmadığı kayda geçti. Türkiye üye olamayacağı bir kuruluşun tüm kurallarını ve standartlarını benimsemesi için bir neden yok. Kıbrıs sorunu engel olmaktan çıktıktan sonra bir noktada AB’nin Türkiye’ye üyelik garantisi vermesi şart. Başbakan’ın 2023’ü son tarih olarak vermesini destekliyorum. 

24 Kasım 2012 Cumartesi

Why can't credit rating agencies agree?

Moody's kıdemli analisti Sarah Carson
Two weeks ago Fitch upgraded Turkey to investment level. Two days ago, Moody's refused to upgrade Turkey to this level and kept its rating one notch below investment grade. Rival Standard & Poor's continues to keep TurkeyTtwo notches below investment grade. Why can't the global credit rating agencies agree? If we exclude the case of plot scenarios, we must find a consistent answer to this question. I think the starting point should be a comparison of Fitch's and Moody's arguments that lie behind their controversial decisions.


According to Fitch, the Turkish economy merited the upgrade because its financial risks have recently improved, the public debt ratio to gross domestic product (GDP) continues to fall, and it has a strong banking sector. Moody's agrees on these points. Indeed, its spokesman declared, “Turkey's government's financial strength has improved steadily over the past decade.” But the critical point, as I pointed out in my column of Nov. 9, “Upgrading Turkey,” is the external imbalances. The current account deficit (CAD) last year reached 10 percent of GDP. Since August 2011, the government, together with the central bank, has tried to shift domestic-led growth to a more balanced growth through complex monetary and fiscal policies. The rebalancing process worked till now. The CAD decreased along with growth, so the famous “soft lending scenarios” seemed to be well underway. There is a large consensus among forecasters that the CAD has declined to approximately 7 percent and the growth rate to 3 percent. But the first rate is still too high and the second too low.
Fitch estimates that the soft lending is likely to continue -- unless there is a reversal in the rebalancing policies. The rating agency forecasts 3.8 percent growth next year and a still narrowing CAD. Moody's is not so optimistic. “Given the structural nature of these imbalances, it will take time to be fully addressed,” says Moody's. In other words, Fitch's rival adopted a “wait and see” approach. Can it be blamed for being too cautious? I do not think so. Several risks exist, and they have to be carefully evaluated.
Moody's is not very clear about the risks it considers, but I think it is not very difficult to identify them. I already noted in my column mentioned above two of these risks: The risk of appreciation in the Turkish lira and the political risk of a reversal in the rebalancing policies. Turkey can face an increase of capital inflows that risks provoking an appreciating lira. This will certainly not help the rebalancing process since exports will be discouraged while imports encouraged. Recently Governor Erdem Başçı made clear that if the risk of appreciation occurs, the central bank will not hesitate to decrease its policy rate to prevent excessive capital inflows.
However, we cannot forget that in such a case the Turkish economy would face another risk, the risk of fueling domestic demand. The central bank has already relaxed to some extent its monetary policy that aimed to push banking loans rates a little bit down, and bank loans are slightly increasing right now. The 3 percent growth rate does not make anybody happy. For more than two years unemployment was decreasing, but nowadays signs of a reversal are quite perceptible. The central bank thinks that there is some room to maneuver for a controlled increase in domestic demand, but if it is obliged to lower interest rates further, one cannot guarantee that a skid can be avoided. In such a case, the pursuit of the rebalancing process can be questioned.
So, if Turkey wants to be upgraded by other rating agencies, it will be condemned to maintain the low growth regime for a while. The government's medium-term program, the official road map of the economy, forecasts 4 percent growth for 2013 and 5 percent for 2014, but it still assumes export-led growth. International institutions are not so optimistic. A recent IMF forecast estimates growth of 3.5 percent for the Turkish economy next year. Thus, appears the political risk.
The incumbent Justice and Development Party (AK Party) will be facing a period of successive elections starting in March 2014. I do not think that it will accept -- without reacting -- to low growth if it persists. In this case AK Party will be facing a dilemma: Would it be better in electoral times to have an upgrading from rating agencies or to control unemployment? I think that it will choose the second option. 

21 Kasım 2012 Çarşamba

Fransa’yı bırak Amerika’ya bak


The Economist’in son kapağı medyada bayağı yankı buldu. Görmeyenler için aktarayım. Mavi-beyaz-kırmızı renkli kurdele ile paketlenmiş patlayıcılar ve yanan bir fitil. Başlık şöyle: “Avrupa’nın kalbindeki saatli bomba”. The Economist borç artışını durdurmakta zorlanan Fransa’nın yarattığı tehlikeye dikkat çekmekte haklı olabilir. Ama bence Fransa’dan önce ABD’yi kapak yapmalıydı. Nitekim, bütçe projeksiyonları ABD kamu maliyesinin Fransa’dan daha zor durumda olduğunu gösteriyor.

            Şu sıralar ekonomi gündeminin bir numaralı konusu olan “mali uçurum”dan söz etmiyorum. Mali uçurum şüphesiz yakın bir tehdit oluşturuyor. Ancak Washington’dan gelen haberler Cumhuriyetçilerin uzlaşmaya yanaşacağı yönünde. Aslında uzlaşama tehdidi tümüyle bertaraf etmeyecek. Demokratlar yıl başında süresi dolacak olan vergi indirimlerinin bir bölümünü, Cumhuriyetçiler de süresi dolacak olan olağan üstü kamu harcamalarının bir bölümünü devam ettirmeyi kabul edecekler. Büyük şok yerine daha hazmedilebilir bir şok yaşanacağını umabiliriz.

Delik büyük

            Oysa, Federal bütçe biraz hesap kitap yapılarak orta vadeli perspektiften incelendiğinde durumun vahameti bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Kritik nokta, artmakta olan kamu borcunun GSYH’ya oranın bir zaman sonra düşmeye başlaması. 2013 bütçesinin ekinde yer alan projeksiyonlara göre bu yıl itibariyle Federal devletin piyasa borcu 11,6 trilyon dolar, borç oranı da yüzde 74,2. Borç oranının 2015’de yüzde 78,1’e çıkması, ardından da düşmeye başlaması öngörülüyor.

Bu nasıl olacak? Halen yüzde 8,5 olan bütçe açığı 2015’te yüzde 3,4’e düşürülerek olacak. Yani ciddi kemer sıkılacak. Ancak kemer sıkmak yetersiz kalacağından büyüme de gerekiyor. GSYH’nın 15,6 trilyondan 18,2 trilyon dolara çıkarak nominal olarak yüzde 16,7 artması umuluyor. Yıllık yüzde 1-2 enflasyon hesaba katarsak ortalama yıllık reel büyüme oranı yaklaşık yüzde 3 ediyor. Maliye politikası sıkılaştırılırken, para bolluğu da sınırlarına ulaşmışken büyüme nereden gelecek? “Gökyüzünden” diyerek moralimizi bozmayalım ve bütçeye odaklanalım.

Kemerleri kim sıkacak?

Kemerleri iki taraftan sıkabilirsininiz.  Kamu harcamalarını azaltır, vergileri arttırırsınız. Zorunlu sosyal harcamalara bakıyoruz, üç yılda Medicare ve Medicaid gibi Obama’nın gözdesi sağlık harcamalarının yüzde 28 artacağını görüyoruz. Sosyal güvenlik kalemi de yüzde 19 artıyor. Yüzde 3 büyüme artı enflasyonu koysanız bile çok ciddi yük artışları söz konusu. Obama’nın eşitsizlikler ülkesi ABD’de toplumsal refahı geliştirmekte kararlı olduğu anlaşılıyor. “Kesintiler nerede?” derseniz, “savunmada ve olağanüstü kriz harcamalarında” derim. Bu iki kalemde yüzde 14 oranında tasarruf söz konusu. Amerikan ordusu Afganistan’dan çekilecek. Bu tamam. Bir de büyüme olacağından olağan dışı harcamalara son verilecek. Kabul edelim. Üç yılık toplam harcama artışı yüzde 7. Yani reel artış yok ama bütçe açığına da bir faydası yok.

Kemer sıkma işi esas olarak vergi artışlarına yüklenmiş durumda. Gelir ve kurumlar vergisi gelirlerinin üç yılda 1,4 trilyondan 2,1 trilyona toplamda yüzde 47 artırılması öngörülüyor. Sosyal güvenlik primlerinde öngörülen artış ise yüzde 36,5. Yüzde 16,5’luk nominal GSYH artışının gerçekleşeceğini kabul etsek bile geriye muazzam bir reel artış kalıyor. Kritik soruları sorup bitirelim. Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi çoğunluk buna izin verir mi? Vergileri arttırmanın bir yolu bulunsa bile maliye politikası sert bir şekilde sıkılaştırılırken, Avrupa da durgunluğa sürüklenirken büyüme yüzde 3’e çıkar mı?   

20 Kasım 2012 Salı

Too much focus on presidential election is dangerous




We are living in very strange times. In the last general elections of June 2011 the Justice and Development Party (AK Party) got 50 percent of the vote and a comfortable majority in Parliament. Frankly speaking, I was expecting for its third period of incumbency a relaxed and self-confident AK Party that would decide to tackle the hardest political and economic problems, like the Kurdish issue and structural economic reform. Indeed, I was terribly mistaken. Now, we are facing an uncertain, disoriented AK Party. The Kurdish problem continues to poison society, deepening ideological and ethnic cleavages, while the process of securing European Union membership drags on.


How to explain this paradoxical situation? Many political commentators and academics think Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan, willing to be the first president elected by popular vote, set the bar very high. He would like to be elected with a comfortable majority at the first round. I share this explanation but at the same time I think it is incomplete. First of all, this idea is perilous, for at least two reasons: First, a majority for Mr. Erdoğan at the first round is not guaranteed. Different polls indicate that the AK Party's electoral support is somewhat diminishing. This is not surprising. Economic growth is so low that unemployment has started to increase, and I expect that it will continue to do so given the international conditions, which include the recession in Europe and the fiscal difficulties in the US, and also given the domestic economic deadlock which prevents a possible increase in banking loans. Furthermore, the AK Party also risks losing a portion of its Kurdish electorate because of the Uludere tragedy and the recent hawkish politics towards the Kurdish problem.
This pessimistic view is probably not fully shared by AK Party headquarters. They might believe that Kurdish voters who are against the Kurdistan Workers' Party (PKK) will still support the AK Party. On the other hand, the government hopes for a partial recovery in growth with 4 percent next year and 5 percent in 2014. Personally, I would not bet on these fortunate events. Regarding low growth I continuously try in this column to argue that the only way to push growth up without jeopardizing the budget balances is to insist on fiscal discipline but to implement, at the same time, the economic structural reforms. But it could be too late. I am afraid that we will witness in the coming months the return of old style populist politics in Turkey. Even in the event of a moderate loosening of economic policies, this strategy could be counter productive in regards to boosting electoral support.
In this context, can the adoption of a nationalistic hard line and the abandoning of democratic reforms lead Nationalist Movement Party (MHP) supporters to vote for the AK Party? Moreover, can the increase of public welfare spending as well as the postponement of difficult economic reforms help the AK Party keep its electoral base intact? I don't believe either of these scenarios. I think that at least some of the AK Party officials should be aware of the risks emanating from this strategy. At this point we have to ask a second question: Why has the incontestable leader of the AK Party adopted such a risky strategy?
It is not easy to answer this question, but I can still give my personal interpretation. I think, given the fact that the election of the president by popular vote is an irreversible decision, Mr. Erdoğan considered only one option: the transformation of the current ambiguous parliamentary system that would be even more ambiguous and prone to instability with a president elected by popular vote, into a clear presidential or semi-presidential system. Indeed, in the Constitution, a product of the Sept. 12, 1980 military coup, the president has extensive powers in the state bureaucracy, but his most critical prerogative is his ability to share the executive power with the prime minister. This prerogative will certainly be reinforced when the next president will be elected by popular vote.
Mr. Erdoğan might think this is an unsustainable institutional setup, and he will be able to change the regime if he is elected with substantial support in 2014. Then the AK Party majority can push to early parliamentary elections, hoping to get the majority (over 340 seats) allowing it to change the constitution on its own. Now, there is a second option that I defended in my column published on May 20 (“What should we do with a president elected by a general vote?”): A president elected by a general vote could play an important role in preventing military coups, modern or post modern ones, in solving political impasses with having, at the same time, no interference in the executive power. Also, do not forget, in Europe there are many presidents, such as those of Austria, Portugal, Finland and Bulgaria, who are elected by a general vote but who do not necessarily act in a presidential or semi-presidential system.

18 Kasım 2012 Pazar

Two bad, one good news item

On Thursday three important pieces of economic data were released: unemployment in August, central government budget balances in October and the current account deficit (CAD) in September. There are two bad pieces and one good piece of news here, with critical implications for Turkish political life.


Let us begin with the bad news.
The Turkish Statistics Institute's (TurkStat) Household Labor Force Survey of the period July through September confirmed the turning point in the unemployment I suggested in my column on Oct. 15 (“Unemployment can be headache for government”). Indeed, the unemployment rate increased for the second period in a row: From June to July it rose from 8.9 percent to 9.1 and now, from July to August, it has risen to 9.2 percent. According to an estimate by Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM), the non-agricultural unemployment rate stayed at 11.4 percent -- though this follows an increase from 11.2 percent to 11.4 percent in the July period. Obviously, the current weak gross domestic product (GDP) growth, estimated at around 3 percent, is not creating the jobs necessary to compensate for the labor force increase. As long as the government fails to find a way to maintain a higher growth rate in the economy than currently, it will face the politically adverse effects of increasing unemployment, slowly but decisively.
The second bad piece of news is about the fiscal stance. October budget figures continued to reveal the dangerous path in which fiscal policy has been engaged since economic growth decelerated earlier this year. In October the budget deficit reached TL 4.4 billion, while the balance excluding interest payments -- the primary balance -- turned into a deficit. This balance saw a surplus in October 2011. It would be better to compare the first nine months with the same period last year. Within a year, budget revenues increased by 11.2 percent. If we assume an average inflation of 8 percent by year-end, the real increase in revenues appears quite limited: approximately 3 percent, consistent with the growth rate. However, the consistency disappears completely regarding public expenditures, which saw an 18.1 percent increase. Here we have a real sizable increase, and the dangerous path emerges at this point. Most of the public expenditures, comprising employee salaries and social aid programs, are very rigid. In other words, it is very difficult to cut them in tough times. Indeed, to maintain budget discipline, it would be necessary to limit spending increases to 11-12 percent, parallel to the increase in revenues. The government could not -- and probably does not want to -- respect this limitation. Personal salaries and expenditures rose by almost 19 percent alongside a dramatic increase in social aid programs: Health, pensions and social aid expenditures, counting for 20 percent of the budget, increased by almost 28 percent in the first 10 months compared to the same period of last year. That is the cost of full health coverage, increasing retirements and the widening support for poor. Reinforcing the welfare state is certainly a valuable policy, but only under the condition of avoiding an abandon of budgetary discipline. Increases in welfare spending should be compensated by cuts in other public spending if necessary. But that does not seem to be the case at the moment.
The good news is about the CAD. It continued to shrink in September, reassuring financial markets and Fitch Ratings, who recently upgraded Turkey to an investment level. This year the CAD will probably top out at $50 billion. The estimations for its peak were around $65 billion a few months ago. The rebalancing process is well under way. I forecast a 7 percent share of CAD in GDP, a ratio that was above 10 percent at the end of last year. Nevertheless, we should not forget that this achievement is partly due to the lower growth than expected. Unfortunately, there are no miracles in economics.
How will Justice and Development Party (AK Party) leaders react to this annoying economic outlook as election days are approaching? Frankly speaking, I do not know. But I do know, elsewhere, that the options are quite limited. There is no more space for an increase in value added tax (KDV) or similar indirect taxes. On the other hand, the tax base can easily be enlarged. The Ministry of Finance already made the required legal preparations, but Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan seems to be hesitating to approve them. This option will certainly not be popular among AK Party supporters.
The government can also reconsider the labor market and other structural reforms that have been postponed. It also has the option of returning to democratic reforms and accelerating a peaceful solution to the decades-long “Kurdish problem.” Doing so can reverse increasing military spending and reinforce the European anchor that would help boost investor confidence. Let's keep our hopes up that it will do so.